Konuk Yazarlar
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Genel
  4. “Haklı Savaş” Var mı? – Alfred de Zayas

“Haklı Savaş” Var mı? – Alfred de Zayas

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Fotoğraf Nathaniel St. Clair. [Pankarttaki “the arc of the moral universe isn’t going to bend itself” [ahlaki evrenin kemeri kendi kendini bükmeyecek] sloganı, Martin Luther King’in “ahlaki evrenin kemeri uzundur, ama adalete doğru bükülür” sözüne atıf yapar ve tüm insanlığa bir çağrı olarak okunabilir-ç.n.]

 

Dünya’dan Çeviri / S. Erdem Türközü – Savaş, neredeyse her zaman önlenebilir olan insan yapımı bir felaket olsa da kötü diplomasi, kötü niyet, uzlaşmazlık ya da saldırganlığa meyilli bir animus dominandi [iktidar arzusu] nedeniyle savaşı önleme çabaları başarısız olur. Zincirlerinden boşandığında savaş, öngörülemez hale gelir ve genellikle amaçlanandan farklı sonuçlar doğurur.

Devletler arasında güven inşa etmek, diyalog ve uzlaşmayı kolaylaştıracak forumların erişilebilirliği savaşa karşı en iyi önlemdir. Geriye dönüp bakıldığında, nerede hata yapıldığını ve savaşın patlak vermesinin nasıl önlenebileceğini görmek kolaydır. Lakin çok az siyasetçi önceki savaşlarda yapılan hatalardan ders çıkardı; çok daha azı da tarihten bir şeyler öğrendi. Onlar kendi dünyalarında yaşar ve kendi propagandalarına inanır.

Tarih hakkında bildiklerimiz çoğunlukla siyasallaştırılmış kurguya benzer bir edebiyat biçimidir. Tarihler, güçlülerin otoritesini meşrulaştırmak, savaşların sonuçlarını haklı çıkarmak ve arzu edilen siyasi anlatı için gerekli olan suçlamaları dağıtmak için yazılır. Bir tarihçinin “basitçe” tarihi “wie es eigentlich gewesen” -gerçekte nasıl olduysa öyle- yazması gerektiğini savunan 19. yüzyıl Alman tarihçisi Leopold von Ranke’nin önerdiği tarih yazma ideali o kadar basit değildir ve hiçbir zaman başarılamadı.

Şahsen ben tarih yazımında yedi “C” öneriyorum: kronoloji, bağlam, kapsamlılık, tutarlılık, nedensellik, karşılaştırma ve son olarak da cui bono (Cicero, Pro Milone, kimin işine yarar?) [chronology, context, comprehensiveness, coherence, causality, comparison, cui bono]. Tarihe en iyi yaklaşım, onu bir dogma ya da ilahi vahiy olarak değil, meydana gelmiş olayların kısmi bir açıklaması olarak ele almaktır. Noktaları birleştiren ve gerçekleri yarım yamalak tutarlı bir öyküde toplayan anlatı, yazarın a priori’sini ve bilgi yığını bunaltıcı olduğu için özetleme ve yoğunlaştırma gerekliliğini yansıtır.

Tarih yazmak, olguları seçmeyi ve onları tutarlı bir şekilde sıralamayı gerektirir. Nesnellik arzu edilir ama nadiren başarılır. En kötü tarihler, Peloponez Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi “savaşın kökenleri”ni açıklama iddiasında olanlardır çünkü tarihçi bir boşlukta ya da gelecek kuşaklar için değil, bazı şeylere inanmak ve aynı zamanda diğerlerini unutmak isteyen kendi kuşağı için yazmaktadır. Julius Caesar’ın De bello civile (2,27,2) adlı eserinde belirttiği gibi “quae volumus ea credimus libenter”, inanmak istediğimiz şeylere inanma eğilimindeyiz.

Savaş tarihlerini okumak büyüleyici olabilir ama bunları cum grano salis -ihtiyatla [with a grain of salt] ele almanız tavsiye edilir. Sadece galipler tarafından yazılan tarihlere değil, aynı zamanda arşivlerdeki yazılmamış tarihlere ya da mağlup edilen siyasi ve askeri liderlerin anılarına da güvenmek en iyisidir. Gerçekten de Konfederasyon Generali Robert E. Lee’nin[1] ya da Alman Mareşal Erich von Manstein’ın Verlorene Siege[2] adlı anılarını okumak çok açıklayıcıdır.

Savaşı önlemek için tarafsız üçüncü tarafların arabuluculuğuna güvenmek uygun olacaktır. Son zamanlarda tarafsız devletlere sahip olmanın önemi göz ardı edildi ve dünyayı Maniheist bir şekilde iyi ve kötü devletler olarak bölme ve İsviçre gibi eskiden tarafsız olan devletleri kamp seçmeye zorlama eğilimi ortaya çıktı. İsviçre’nin geçmişte rakipler arasında üst düzey görüşmelere aracılık ettiği göz önünde bulundurulduğunda bu kaygı verici bir gelişmedir.

Diplomasinin araçları var olmasına rağmen en çok gereksinilen iyi niyet, uzlaşma ve quid pro quo’yı [karşılık vermeyi] düşünmeye hazır olmaktır. Yakın geçmişteki savaşları ve diğer silahlı çatışma örneklerini düşündüğümüzde, tarafların genellikle katı ve uzlaşmaz olduklarını, uzlaşmaya elverişli bir zihniyetten yoksun olduklarını fark ederiz. Tarih ayrıca, benim hile geleneği olarak adlandırdığım, karşı tarafa yalan söyleme kültürüne sahip olduğumuzu da gösterir[3]. Bu durum, sürdürülebilir olabilecek herhangi bir anlaşma için kötü bir işarettir.

Savaşın haklı gösterilmesi

Savaş için hiçbir mazeret olmamasına rağmen çok sayıda haklılaştıran söz konusudur.[4] Binlerce yıldır iktidarı elinde tutanlar daha fazla iktidar için can attı. Biz insanlar yırtıcıyız ve saldırganlık insanlık tarihinin bir parçası olmuştur. Askeri “erdemler” selamlanır ve vatanseverlik[5] sıklıkla savaşla bağlantılı olarak tanımlanır. Tarih derslerinde bize savaş kahramanlarının anısını onurlandırmamız öğretilir. Zafer bir şekilde tıp, müzik ya da edebiyat alanındaki büyük başarılardan çok savaşla ilişkilendirilir.

Din de saldırganlığın meşrulaştırılmasında bir rol oynadı. İster Mars diyelim ister Dominus Deus Sabaoth (Ἅγιος, ἅγιος, ἅγιος Κύριος Σαβαώθ), Orduların Efendisi diyelim, birçok uygarlık bir “Savaş Tanrısı”na sahipti. Rahipler topları ve silahları kutsadı; Çarlık Rusyası orduları savaşa “Tanrı bizimle” Съ нами Богъ! sloganıyla gitti; benzer şekilde Nazi Almanyası’nın sloganı da “Gott mit uns”du. Tanrıya yakarış, bizim “iyi adamlar” olduğumuz ve düşmanlarımızın mutlaka “kötü adamlar” olduğu yönündeki resmi propagandaya itibar kazandırır. Zaman zaman benzer sözler bombaların üzerine de yazıldı. Batıl inanç -ve dine küfür- düzeyi oldukça yüksektir. Her halükarda, tanrıya başvurmak, tek haklı davanın bizimki olduğunu ve dolayısıyla “iyi savaşı” yürütme hakkına sahip olduğumuzu söylemekle eşdeğerdir.

Haklı Savaş Kuramı

Elbette “haklı savaş”ın (bellum justum) ne olması gerektiği konusunda eski bir tartışma vardır. Burada savaşa girmekle (jus ad bellum) Lahey ve Cenevre Sözleşmelerinde ortaya konan savaş hukuku (ius in bello) arasında bir ayrım yapmalıyız.

Birçok durumda bir saldırgan ve bir mağdur olsa da uluslararası ilişkilerin karmaşıklığı suçu birçok oyuncuya yaydığı için durum her zaman bu şekilde değildir. İlk kurşundan önceki tehdit ve provokasyonlara[6] rağmen, tek suçlu tarafın ilk kurşunu atan taraf olduğunu iddia etmek elbette basitliktir. Tüm tarafların korkunç bir “adaletsizlik”ten suçlu olduğu ve diğerlerine karşı herhangi bir ahlaki üstünlük iddia etme hakkına sahip olmadığı savaşlar vardır. Ve hatta saldırının “kurbanı” bile ius in bello’yu ağır bir şekilde ihlal ederek “haklı” bir meşru müdafaa olabilecek bir şeyi dizi savaş suçlarına ve insanlığa karşı suçlara dönüştürebilir.

Binlerce yıldır savaşa girmek kralların ve devlet başkanlarının ayrıcalığıydı. Her egemen devletin bir özelliği olarak kabul edildi ve Carl von Clausewitz’in ifade ettiği anlamda dünya çapında uygulandı: “Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir.”[7] Çok eski zamanlardan beri fetih, milyonlarca insan tarafından katlanılan ve tarihçiler tarafından kaydedilen, zaman zaman da gurur verici bir şanla süslenen bir uygulamaydı. Büyük İskender, Julius Caesar, Hun İmparatoru Attila, Cengiz Han, Timurlenk, 14. Louis, Napolyon, Başkan Andrew Jackson, Kraliçe Victoria, Belçika Kralı 2. Leopold[8], Theodore Roosevelt[9], Hitler milyonlarca insanın hayatına mal olan fetih savaşlarına girişti. Roma’nın Galya’yı fethetmesinden ABD’nin Kuzey Amerika’nın İlk Uluslarına karşı savaşlarına[10], Çin’e karşı Afyon Savaşlarına[11], ABD’nin Hawaii Krallığını devirmesine ve ardından hileli bir referandumla ilhak etmesine[12], 1898’deki İspanya-ABD savaşına dek.

BM Şartı’nın 24 Ekim 1945’te yürürlüğe girmesinden bu yana kuvvet kullanımı BM Şartı’nın 2(4) maddesi uyarınca yasaklandı ve yalnızca Güvenlik Konseyi’nin açık rızasıyla ya da -geçici olarak- daha önce bir saldırı gerçekleşmişse meşru müdafaa hakkını öngören BM Şartı’nın 51. maddesi uyarınca izin verildi. Sözde “Koruma Sorumluluğu” (R2P)[13] doktrini, yabancı bir askeri müdahalenin, tanımlanmamış ve alakart olarak başvurulabilen “insani ilkelere” atıfta bulunarak bir şekilde meşrulaştırılabileceğini iddia etmek için tasarlanmış tehlikeli bir icattır. Neyse ki R2P sadece “yumuşak hukuk” niteliğindedir ve BM onayı olmaksızın kuvvet kullanmaktan kaçınma yükümlülüğünü ortadan kaldıramaz. BM Şartı’yla Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü Antlaşması da dahil olmak üzere başka herhangi bir antlaşma arasında ihtilaf olması halinde, BM Şartı’nın 103. maddesinde yer alan “amir hüküm” uyarınca BM Şartı’nın geçerli olacağını tekrarlamakta fayda vardır.

Ölçütler

Eski “haklı savaş” kuramını yeniden gözden geçirdiğimizde, silahlı bir çatışmanın ahlaki açıdan haklı olmasını sağlayacak bir tür askeri ahlak ortaya koyma çabası olan ahlaki bir unsurun farkına varıyoruz. Bu yazarın reddettiği “kuram”a göre, bir savaşın “haklı” sayılabilmesi için yerine getirilmesi gereken dört ölçüt söz konusudur.

Augustinius ve Thomas Aquinas[15] dahil olmak üzere Hıristiyan teologların klasik yazılarına göre, haklı savaş 1) savaşın yetkili makam tarafından ilan edilmesini, 2) başarı olasılığını, örneğin savaş riskli bir va banque spekülasyonu olmamalıdır; haklı savaşın amaçlarına en az kuvvetle makul bir şekilde ulaşılabilmelidir, 3) savaş ancak şiddet içermeyen tüm seçenekler tükendikten sonra son çare olabilir ve 4) haklı bir neden, meşru bir casus belli olmalıdır, örneğin soykırımı durdurma gerekliliği ama sadece kaybedilen toprakları[16] geri almaya çalışmak, “düşmana” bir ders vermek ya da halkları toplu olarak cezalandırmak değil.

Bir saldırı otomatik olarak her türlü “haklı savaş” savını gayrimeşrulaştırırken, saldırının sıklıkla bir ön tarihi olduğu ve saldırının hedefinin kendisinin de düşmanlıkların patlak vermesinde önemli bir sorumluluk taşıyabileceği unutulmamalıdır. Gerçekten de, bir devlet provokasyona ve kılıç sallamaya girişirse, bir devlet kasıtlı olarak gerilimi tırmandırır ve başka bir devletin kendisini varoluşsal olarak tehdit altında hissetmesine neden olursa, o zaman provokasyonu yapan devlet, bir tür “önleyici meşru müdafaa”ya sürüklenen devletten daha fazla sorumluluk taşıyabilir. Kuşkusuz BM Şartı’nın 51. maddesi herhangi bir önleyici meşru müdafaaya izin vermez ama aynı zamanda başka bir devleti kışkırtarak kışkırtıcının BM Şartı’nın kuvvet kullanma tehdidini özellikle yasaklayan 2(4) maddesini ihlal ettiği de unutulmamalıdır.

Kuşkusuz, baskıcı yönetime karşı ayaklanma ahlaki açıdan meşrudur. Zaten Fransız Aydınlanma filozofu Jean-Jacques Rousseau da bunu savundu ve 4 Temmuz 1776 tarihli ABD Bağımsızlık Bildirgesi’nin bir bölümünde şu şekilde ifade edilir: “Herhangi bir Yönetim Biçimi bu amaçlara zarar verir hale geldiğinde, onu değiştirmek ya da ortadan kaldırmak Halkın Hakkıdır (…) böyle bir Yönetimi atmak ve gelecekteki güvenlikleri için yeni Muhafızlar sağlamak onların hakkıdır, görevidir”. Bu, halkların kendi kaderlerini tayin hakkının, özellikle de baskıya karşı direnme hakkının anlamlı bir ifadesidir.[17]

Bu fikir 1974 Saldırganlığın Tanımına İlişkin Bildiri de dahil olmak üzere çok sayıda BM Genel Kurul Kararına dahil edildi.[18] Bildirisi’nin 7. maddesi:

“Bu Tanımda ve özellikle 3. maddede yer alan hiçbir husus, Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirisi’nde atıfta bulunulan ve bu haktan zorla yoksun bırakılan halkların, özellikle sömürge ve ırkçı rejimler ya da diğer yabancı egemenlik biçimleri altındaki halkların, BM Şartı’ndan kaynaklanan kendi kaderini tayin, özgürlük ve bağımsızlık haklarına hiçbir şekilde engel teşkil edemez: ne de bu halkların bu amaçla mücadele etme ve BM Şartı’nın ilkeleri uyarınca ve yukarıda belirtilen Bildirge’ye uygun olarak destek arama ve alma hakkına.”[19]

Ne yazık ki, BM Şartı’nda (madde 1, 55, Bölüm XI, XI) ve Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Uluslararası İktisadî Toplumsal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin ortak 1. maddesinde yer alan halkların kendi kaderini tayin hakkı kendi kendini uygulayan bir hak değildir. Biafra’daki Igbolar ve Ogoniler ile Sri Lanka’daki Tamiller de dâhil olmak üzere, kendi kaderini tayin etme konusunda meşru istekleri olan birçok halk baskıya karşı ayaklandı ve bu süreçte katledildi.[20] Ayaklanmaları “haklı savaş” olarak değerlendirilebilse de, başarılı olamamaları “haklı savaş” kuramının geçerliliğini daha da azalttı çünkü dünya katliamları izledi ve önlemek için hiçbir şey yapmadı.

“Haklı savaş”a ilişkin bir diğer husus da silahlı çatışmanın yürütülmesinde uluslararası insancıl hukukun iki ilkesine riayet edilmesidir. Savaşanlar ve savaşmayanlar arasında, askeri ve sivil hedefler arasında ayrım ilkesi ve orantılılık ilkesi. İsrail’in İşgal Altındaki Topraklarda ve Gazze’de Filistinlilere yönelik uzun süredir devam eden saldırılarında her iki ilkeyi de ihlal ettiği açıktır.

Daha geniş bir “haklı savaş” anlayışı, zorunlu olarak savaş sonrası çözümlerin etik ve uygulanabilirliğini de kapsayacaktır –jus post-bellum. Genel kanı tüm savaşların önlenmesi ve Birleşmiş Milletler’in barışa aracılık etme konusunda daha proaktif olması gerektiği yönünde olsa da, en önemlisi savaş sonrası düzenlemelerin sürdürülebilir barış koşullarını sağlamasını temin etmektir. Bu bağlamda, çatışmanın tüm taraflarındaki mağdurlara acil insani yardım sağlamak, uzlaşma ve yeniden yapılanma amacıyla nefreti azaltmaya yönelik tedbirler almak çok daha önemlidir. Özellikle, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 20. maddesinde yer alan savaş propagandasıyla nefret ve şiddete teşvik yasağı akılda tutulmalıdır. Gerçekten de savaşların çoğu, propaganda ve nefret tacirliğiyle sürdürüldü. Gerekli olan UNESCO Anayasası’nın “savaşlar insanların zihinlerinde başladığına göre, barışın savunulması da insanların zihinlerinde inşa edilmelidir”[21] sözünü hayata geçirmektir.

Sonuç

Tüm savaşlar adaletsizdir. Hem sivillerin hem de askerlerin insanlığına hakaret ederler. Yaratılan maddi ve manevi hasar muazzamdır ve ancak zaman ve caritas [sevgi] ile iyileşebilecek yaralar bırakır.

Hukukçular, tarihçiler ve medya, savaşın savunuculuğunu yapmakta ve çoklu cinayetleri hayati çıkarların savunulması, “fedakârlık”, vatanseverlik ve savaşın ulusal gururun kaidesi ve ulusun “ihtişamı”nın kaynağı olarak yüceltilmesi gibi asil bir ışık altında sunmakta işbirliği yapar. Gerçekten de tüm savaşlar iyi ve kötü insani özellikleri ortaya çıkarır. Gerçek kahramanlık ve hakiki fedakârlık vardır ve bunlar saygımızı hak eder. Ancak kahramanlık sadece çatışmanın bir tarafına özgü değildir. Her tarafta kahramanlar vardır. Ne yazık ki, cesaretleri ve fedakârlıkları boşa harcanır.

Hayır, “haklı savaş” yoktur, yalnızca katliam vardır. Sözde “haklı savaş doktrini” saldırganlığı ve toprak gaspını meşrulaştırmak için kullanılan (BM Şartı tarafından kaldırılan) modası geçmiş bir aldatmacadır. Tek “haklı savaş” iktidarın kibrine[22], provokasyonları ve kılıç sallamayı bir tür “spor” olarak gören zihniyete karşı yürütmemiz gereken bir savaştır ki bu tür bir kibir neredeyse her zaman silahlı çatışmaya yol açar.

Romalı şair Horatius savaşı pastel renklerle betimledi: “dulce et decorum est pro patria mori” -vatan için ölmek tatlı ve yerindedir- ama neden vatan için, kişinin ailesi, çocukları ve torunları için, gelecek kuşaklar için, güzellik, müzik, insanlığın ortak mirası için YAŞAMAYALIM? Savaş ne haklı ne de asildir. Müstehcendir.

Notlar:

[1] https://archive.org/details/memoirsrobertel02wriggoog

[2] https://archive.org/details/verlorene-siege

[3] https://www.counterpunch.org/2022/01/28/a-culture-of-cheating-on-the-origins-of-the-crisis-in-ukraine/

[4] https://www.theatlantic.com/politics/archive/2013/03/how-write-iraq-war-apologia/317167/

[5] https://www.counterpunch.org/2021/12/17/what-is-patriotism/

[6] https://www.counterpunch.org/2023/05/10/provocation-is-not-an-innocent-act/

[7] ”Der Krieg ist eine bloße Fortsetzung der Politik mit anderen Mitteln.” – Vom Kriege, 1. Buch, 1. Kapitel, Unterkapitel 24.

[8] Matthew Stanard, Matthew G. Selling the Congo: A history of European pro-empire propaganda and the making of Belgian imperialism, University of Nebraska Press, Lincoln, 2012.

[9] Gregg Jones, Honor in the Dust: Theodore Roosevelt, War in the Philippines,. New American Library, 2013.

[10] David Stannard, American Holocaust, Oxford University Press. 1992.

[11] https://www.historyisnowmagazine.com/blog/2021/3/7/queen-victoria-and-the-first-opium-war

[12] https://www.hawaiiankingdom.net/news/archives/03-2022
https://www.hawaiiankingdom.net/news/category/united-nations

[13] General Assembly Resolution 60/1 of 24 October 2005, paragraphs 138-39.

[14] City of God, Political and Social Philosophy “War and Peace – the Just War”; Thornton Lockwood, Cicero’s Philosophy of Just War, taken from a missing fragment of Cicero’s dialogue On the Republic.

[15] Summa Theologica, Christian Classics Ethereal Library. pp. pt. II, sec. 2.

[16] Bu, diğerlerinin yanı sıra, Almanların İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Polonya’ya kaptırdıkları Doğu Prusya, Pomeranya, Silezya ve Doğu Brandenburg’daki 700 yıllık vatanlarını geri almak için bir savaş başlatmalarının, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’daki Ermeni topraklarını ya da Ukrayna’nın Kırım ve Donbass’taki Rus nüfuslu toprakları geri almak için bir Blitzkrieg gerçekleştirmesinin ” haklı savaş” olmayacağı anlamına gelir.

[17] https://www.archives.gov/founding-docs/declaration-transcript

[18] https://undocs.org/Home/Mobile?FinalSymbol=A%2FRES%2F3314(XXIX)&Language=E&DeviceType=Desktop&LangRequested=False

[19] http://un-documents.net/a29r3314.htm

[20] https://www.counterpunch.org/2022/12/23/the-tamil-people-unsung-victims/

[21] https://www.unesco.org/en/legal-affairs/constitution

[22] J. William Fulbright, The Arrogance of Power, Random House New York 1966. https://archive.org/details/arroganceofpower00fulb

* Alfred de Zayas, Cenevre Diplomasi Okulu’nda hukuk alanında öğretim üyesidir ve 2012-18 yılları arasında BM Uluslararası Düzen Bağımsız Uzmanı olarak görev yaptı. “Building a Just World Order” (2021) “Countering Mainstream Narratives” 2022 ve “The Human Rights Industry” (Clarity Press, 2021) dahil olmak üzere on iki kitabın yazarıdır.

Kaynak metin: https://www.counterpunch.org/2023/11/01/is-there-such-a-thing-as-a-just-war/

“Haklı Savaş” Var mı? – Alfred de Zayas
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

EGEPRESS ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin