Bir yerden bir yere giderken hiçbir zaman kaybı yaşamamak, insanlığın en eski düşlerinden biri. Eğer yolculuk sürecinin kendisinden keyif alma durumu söz konusu değilse, çoğumuz ulaşımın vereceği yorgunluk ve zaman kaybını ortadan kaldırmanın düşlerini kurarız. Gözümü kapatsam, sonra açsam ve gideceğim yere ulaşmış olsam! Böylesi bir fantastik olanağın yaşam kalitelerimize yapacağı katkıyı düşünmek bile hoş geliyor insana.
Bu nedenle aşağı yukarı 1950’lerden beri “teleport” (ya da bizim dilimize girdiği biçimiyle “ışınlanma“) kavramı, bilimkurgu literatürünün en gözde malzemelerinden biri. Bir istasyonda bu iş için ayrılmış platformun üzerine çıkıyorsunuz ve sistemin çalıştırılmasıyla birlikte birkaç saniye içinde çok uzak bir başka istasyondaki benzeri bir platformun üzerinde beliriyorsunuz! Türkiye’de bu kavrama Uzay Yolu (Star Trek) dizisindeki sahneler ve Kaptan Kirk’ün “Işınla bizi Scottie” repliğiyle aşina olduk, hepimizin de çok hoşuna gitti.
Bir gün gerçekten böyle bir şey mümkün olabilir mi? Bilim dünyasındaki tartışmalar bunun son derece zor olduğuna ikna ediyor bizi ama “olanaksız” değil. Kuantum teorisinin getirdiği zihinleri zorlayan süreç ve son derece şaşırtıcı işleyiş biçimleri dikkate alındığında bir gün böyle müthiş bir gelişme yaşanabilir mi? Elbette hâlâ teoride bile önünde dağlar gibi engeller bulunan bir konudan söz ediyoruz ama şimdi bunların tümünü bir yana bırakıp, teleport ya da ışınlanmanın mümkün olduğunu varsayalım bir an için. Nasıl yürür bu sistem? Herhangi bir beklenmedik aksaklıkta ne gibi sonuçlarla karşılaşabiliriz?
İşin teorsine girecek değilim ama yaygın bir yanlış anlamayı düzelterek başlayalım konuya. Işınlanma dediğimiz şey, belli bir yerde atomlarımıza ayrılıp, daha uzak bir yerde yeniden bir araya getirilmesi işlemi değil. Böyle bir şey tümüyle olanaksız. Eğer bir gün gerçekleşirse, sürecin temel işleyişi, hücrelerimiz ve onları oluşturan tüm parçacıklara ait bilgilerin belli bir noktada taranıp okunduktan sonra aynı anda uzak bir noktaya iletilmesi ve bu bilgilerle bizim o noktada yeniden oluşturulmamız üzerine kurulu olacak. Tabii bu arada tarama ve okuma süreci sırasında o hücreler (yani kişi) bütünüyle çözülüp yok olacak! Varış noktasındaki sistemde “hammadde” halindeki “boş” parçacıklar (ya da “şablon”), aktarılan bilgilerin işlenmesiyle, teleport edilen kişiyi tüm özellikleriyle tıpatıp yeniden yaratacak yani. Burada bir “klonlama”dan söz etmiyoruz; çünkü ortada bir orijinal örnek falan kalmıyor.
Daha net anlatacak olursak, işleyiş şöyle. Ben, evimden çıkıp İstanbul’daki bir “teleport merkezi”ne gidiyorum. (Artık hava alanları sadece “nostaljik” turlar için kullanılıyor bu hayali dönemde, ya da tümüyle tarihten silinmiş oluyor.) Paramı ödeyip teleport biletimi alıyor ve uygun kabin için sıra beklemeye başlıyorum. Bir süre sonra güler yüzlü bir görevli yanıma gelip, “Buyrun Burak Bey, Paris yolculuğunuz için kabininiz hazır” diyor. Onu izleyip kabinden içeri giriyorum, kapı arkamdan kapatılıyor ve birkaç saniye sonra benden geriye hiçbir iz kalmıyor o kabinde, “yok” oluyorum. Aynı saniyelerde Paris’teki teleport merkezinde kabinin ışınları yanınca görevliler gelip kapıyı açıyorlar: “Bienvenue, Monsieur Eldem”! Birkaç saniye içinde Paris’teyim. Teleport merkezinden çıkıp şehrin içine karışıyorum.
Peki ne olmuş oluyor şimdi? Ben İstanbul’daydım, bir kabine girdim ve gözden kayboldum, sonra hemen Paris’te belirdim. Bu gelen kim? Ben miyim gerçekten? Eğer değilsem, bana ne oldu? Ve elbette, Paris’teki bu “ben” nasıl bir “şey”?
Her şeyiyle uçuk varsayımlar üzerinden yürüdüğümüzü unutmayalım. Ama ortada “garip” bir durumun olduğu kesin. Ben o kabine girdiğimde tüm hücrelerim ve bileşenlerim taranıp okunurken, yok oluyorum aslında! Aynı anda, o taranan bilgilerle, her şeyiyle “ben” olan biri, Paris’te beliriyor. Sadece dış görünüşü ve konuşmalarıyla değil, düşünce yapısıyla, kişiliğiyle, anılarıyla, zaaflarıyla ve tüm nitelikleriyle, Burak yani!
Sorular çok fazla ve çok kafa karıştırıcı: “Ben” dediğim şey ne? Zihnim ve duygularım mı? Geçmişim ve ilişkilerim mi? Bütün bunları içeren bir “bilgi paketi” miyim ben? Eğer bunlar kusursuzca taranıp hızla başka bir noktaya aktarılıyor ve burada maddeleştiriliyorsa, gerçekten “Ben” miyim ışınlanan? İstanbul’da kabine giren adam ortadan yok oldu; onun bedeni yalnızca o bilgilerin bir taşıyıcısı mıydı?
Bütün bu sorular, “Ben neyim?” üzerinde yoğunlaşıyor ve üzerinde düşünmeye değer bir problematiğin altını çiziyor. Ama ben bu kurgusal fantezimizde bir adım daha ileri gidip, işleri biraz daha karıştırmak istiyorum şimdi.
İstanbul’da teleport merkezine gidip, sıram geldiğinde kabine giriyorum. Kapı kapanıyor, tuhaf bir bilinç kopuşu gibi bir şey yaşıyorum, derken kabin kapısı açılıyor. “Paris’e geldim” diye düşünürken bir bakıyorum, karşımda İstanbul’daki görevli. Oldukça telaşlı ve şaşkın görünüyor.
“Bir sorun çıktı Burak Bey, sistemimizde bir arıza var herhalde. Sizi içerideki özel bekleme salonumuza alalım.”
Şaşkın bir halde onu izlemeye çalışırken, görevlilerden birinin diğerine “Paris’teki adama hiçbir şey belli etmeyin ve bu işi sessizce halledin!” dediğini duyuyorum. Vay arkadaş, olana bak! Benim bilgilerim okunup Paris’e gönderilmiş ve orada yrniden belirmişim; ama burada yok olmam gerekirken bir arıza sonucu bu gerçekleşmemiş ve bir anda iki Burak birden olmuş dünyada! Sistem böyle bir şeye izin vermeyeceği için, sessizce beni kuytu bir köşeye götürüp öldürmeyi ve yok etmeyi düşünüyorlar. Üstelik bunu gayet “legal” bir prosedür içinde yürütecekler! Durumun farkına varınca, bir yolunu bulup ellerinden sıyrılıyor ve “hayatta kalma güdüsüyle” İstanbul sokaklarında izimi kaybettiriyorum. Ama peşimdeler ve beni yakalamadan durmayacaklar.
Yaratıcı yazarlık atölyelerimde zaman zaman öğrencilerime bu konuyu verir ve üzerinde düşünüp işlemelerini isterim. Siz de bu “futuristik teknik arıza”dan bir gerilim hikâyesi yaratmayı deneyebilirsiniz. Ama şu anda benim sormak istediğim başka bir şey: Ben, kaçıp izimi kaybettirdim. Ama diğer “kişiliğim” (böyle diyelim) Paris’te normal hayatına devam ediyor. Peki şimdi bunların hangisi “ben” oluyorum? Bütün zihnim, anılarım, duygularım, geçmişim Paris’teki adamda. Ya ben, ben ne olacağım arkadaş?
Sizce de üzerinde düşünmeyi hak eden bir konu değil mi?
Bu yazı Burak Eldem’in resmi blogu’ndan alınmıştır. Kaynak: https://burakeldem.blogspot.com/2024/06/bir-snlanma-polisiyesi-ya-sen-naptn.html