1. Haberler
  2. Türkiye Gündemi
  3. İklim Krizine Dirençli Tarımın Yolu Gıda Egemenliğinden Geçiyor

İklim Krizine Dirençli Tarımın Yolu Gıda Egemenliğinden Geçiyor

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İklim değişikliğinin tarım üzerindeki etkileri her geçen gün derinleşiyor. Ancak bu krizden en çok etkilenenler, küçük çiftçiler ve mevsimlik tarım işçileri. Kırılganlıkları azaltmak için öne sürülen teknik çözümler ise sorunun yapısal nedenlerini göz ardı ediyor. Tarımın dirençliliğini artırmak için, gıdayı üretenleri ve tüketenleri merkeze alan; gıdayı temel bir hak olarak tanıyan yeni bir yaklaşıma ihtiyaç var.

YAZI: Prof. Dr. Fikret Adaman, Dr. Duygu Avcı

Türkiye’de iklim değişikliği ve ekolojik krizler karşısında tarım sektörünün en kırılgan kesimini küçük çiftçiler ve mevsimlik tarım işçileri oluşturuyor. Yüksek verim hedefiyle pahalı girdilere bağımlı hale gelen, ancak ürününün fiyatını belirleyemeyen küçük çiftçilerin, iklim değişikliğinin etkilerine karşı önlem alacak ekonomik gücü yok. Mevsimlik tarım işçileri ise halihazırda düşük ücretlerle ve güvensiz koşullarda çalışırken, iklim değişikliği nedeniyle sıcak çarpması, susuzluk ve afetler gibi hayati risklerle de karşı karşıya kalıyor.

Bu kırılganlıkları azaltmak için yalnızca teknik çözümlere değil, sorunun yapısal nedenlerine odaklanan bütüncül politikalara ihtiyaç var. Bugünkü küresel tarım-gıda sistemi, büyük ulusötesi şirketlerin çıkarları doğrultusunda şekilleniyor. Oysa gıdayı üreten, işleyen, dağıtan ve tüketenleri merkeze alan; gıdayı temel bir vatandaşlık hakkı olarak gören farklı bir yaklaşım mümkün. Bu yaklaşımla daha adil ve iklim değişikliğine karşı daha dirençli bir gıda sistemi inşa edilebilir.

Çiftçiler Yüksek Girdi Fiyatları ve Düşük Satış Fiyatları Arasında Sıkışmış Durumda

Küçük çiftçilerin ve mevsimlik tarım işçilerinin, iklim değişikliği ve ekolojik sorunlar karşısındaki kırılganlığının temelinde, toprak, su ve tohum gibi kaynaklara erişimlerinin ve bu kaynaklar üzerindeki denetimlerinin sınırlı olması yatıyor.

Piyasa için üretim baskısı altında en yüksek verimi almaya çalışan küçük üreticiler, yoğun girdi kullanıyor. Ancak bu girdileri piyasadan temin ediyorlar ve fiyatları üzerinde hiçbir kontrolleri bulunmuyor. Benzer şekilde, ürünlerini satarken de fiyatı büyük ölçüde tüccarlar, doğrudan alım yapan süpermarketler ya da şirketler belirliyor.

Yüksek girdi fiyatları ve düşük satış fiyatları arasında sıkışan üreticiler, geçimlerini sağlamakta zorlanıyor. Bu nedenle, iklim değişikliğinin etkilerinden korunmak için önlem almak, örneğin sulama yatırımı yapmak gibi adımları atacak ekonomik imkana sahip olamıyorlar. Üstelik iklim koşullarına bağlı olarak üretimde bir azalma yaşanırsa, geçim şartları daha da ağırlaşıyor; kimi zaman üretime devam etmek bile mümkün olmuyor.

Mevsimlik İşçiler Ciddi Sağlık Riskleri ile Karşı Karşıya

Mevsimlik tarım işçileri açısından ise durum çok daha ağır. Türkiye’de tarımsal üretimde emeğin büyük bölümünü mevsimlik işçiler oluşturuyor. Soframıza gelen neredeyse her gıda ürününde, özellikle meyve ve sebzede, onların emeği var demek abartı olmaz.

Ancak mevsimlik işçiler çok düşük ücretlerle, güvencesiz, sağlıksız ve tehlikeli koşullarda çalışıyor. Barınma ve yaşam koşulları son derece kötü; sosyal haklara erişimleri ise neredeyse yok.

İklim değişikliği, bu işçiler için sıcak çarpması, susuzluk, zararlılara bağlı hastalıklarda artış ve afetlerde can kaybı gibi hayati riskler taşıyor. Bununla birlikte, iklim değişikliğinin üretimi olumsuz etkilemesi durumunda işlerini ve gelirlerini kaybetme riskiyle de karşı karşıyalar.

Mevcut Sistemi Ulusötesi Şirketlerin Çıkarları Şekillendiriyor

Bu sorunların temelinde, 1980’lerden itibaren küresel ölçekte uygulamaya konulan neoliberal tarım ve gıda politikaları yatıyor. Bu politikalar, tarımı ve gıdaya erişimi piyasa mantığı doğrultusunda yeniden düzenlemeyi hedefledi.

Neoliberal ya da şirketleşmiş gıda rejimi dediğimiz bu düzen, serbest ticaretin yaygınlaşması ve ihracata dayalı tarımın teşvik edilmesiyle şekillendi. Büyük şirketlerin üretim ve tedarik zincirlerinde hâkimiyet kurması, gıda teknolojilerindeki yenilikler ve pazarlama yoluyla tüketici talebinin yönlendirilmesi de bu süreci pekiştirdi. Tüm bunlar olurken, devletin üreticiyi ve tüketiciyi koruma rolü ise giderek zayıfladı.

Oysa toplumların gıda ihtiyacını karşılamak, gıda üretiminde çalışan emekçilerin geçimini sağlamak ve yaşam koşullarını iyileştirmek, kırsal müşterekleri ve tarımsal üretimi mümkün kılan toprak, su ve biyoçeşitlilik gibi ekolojik öğeleri korumak, mevcut küresel tarım-gıda sisteminin öncelikleri arasında yer almıyor. Bu sistem, esas olarak ulusötesi tarım ve gıda şirketlerinin çıkarları doğrultusunda şekilleniyor.

Küçük çiftçilerin ve mevsimlik işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek, iklim değişikliği karşısındaki kırılganlıklarını azaltmak içinse farklı bir yaklaşım gerekiyor. Öncelikle, tarım topraklarına ve kırsal müştereklere, enerji, maden ya da konut projeleri için el konulmasından vazgeçilmesi şart. Toprağın bir yatırım aracına dönüşmesi engellenmeli; çiftçilerin dış girdilere bağımlılığı azaltılmalı; tarımsal ekosistemlerin dayanıklılığını artıran üretim yöntemleri teşvik edilmeli. Ayrıca üreticilerin kooperatifleşmesinin ve diğer özerk örgütlenmeleri desteklenmeli; yerel gıda sistemleri güçlendirilmeli; tarımsal bilgi ve teknoloji üretimi ile yayımı, şirketlerin tekelinden çıkarılmalıdır.

Türkiye’de Gıda Egemenliği Sağlanmalı

Oysa gıda egemenliği yaklaşımı benimsenerek daha adil ve dirençli bir gıda sistemi kurulabilir. Gıdayı üreten, işleyen, dağıtan ve tüketenleri sistemin merkezine yerleştiren bu yaklaşım; gıdanın adil bölüşümünü, ekolojik sürdürülebilirliği ve toplumsal dayanışmayı esas alır.

Bu çerçevede, tarımsal üreticilerin, gıda işçilerinin, tüketicilerin ve yerel toplulukların, tarım ve gıda politikalarında söz sahibi olması  büyük önem taşır. Yerel üretim ve kısa tedarik zincirleri desteklenir; yerel bilgi ve becerilerin korunup geliştirilmesi sağlanır. Endüstriyel tarımdan uzaklaşarak agroekolojik üretim anlayışı benimsenir. Gıda egemenliğine giden yolda atılacak ilk adım ise, gıdanın bir hak olarak tanınmasıdır.

Devlet Gıda Hakkını Sağlamakla Yükümlü Olmalı

Gıda hakkı, herkesin gelir düzeyinden bağımsız olarak sağlıklı ve besleyici gıdaya düzenli erişimini güvence altına alır ve bu sorumluluğu devlete yükler.

Gıda hakkının bir vatandaşlık hakkı olarak tanınması, devlete üç sorumluluk yükler: ‘‘Saygı gösterme’’ yükümlülüğü kapsamında devlet, bireylerin gıdaya erişimini engelleyecek herhangi bir müdahaleden kaçınmak zorundadır. ‘‘Koruma’’ sorumluluğu, üçüncü tarafların –  örneğin şirketlerin – bireylerin gıdaya erişimini kısıtlamasını engellemeyi gerektirir. ‘‘Gerçekleştirme’’ sorumluluğu ise devletin, sağlıklı gıdaya erişimi mümkün kılacak politikalar geliştirmesini ve uygulamasını zorunlu kılar.

Bu sorumluluk, aynı zamanda yoksullukla ve gelir eşitsizliğiyle mücadele de içerir. Bu nedenle, gelir dağılımını iyileştiren ekonomik reformlar ve hak temelli sosyal politikalar büyük önem taşır. Nihai hedef ise, toplumların sağlıklı, kültürel olarak uygun, ekolojik olarak güvenli ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilmiş gıdaya erişim hakkını ve kendi tarım sistemlerini belirleme yetkisini tanıyan gıda egemenliğinin hayata geçirilmesidir.

Gıda Hakkının Tanınması Mücadelelere Yasal Zemin Sağlar

Tüm haklarda olduğu gibi, gıda hakkının yasal güvence altına alınması tek başına yeterli değildir; bu hakkın pratikte nasıl işleyeceği, toplumsal ve siyasi mücadelelerle şekillenecektir.

Örneğin, su kaynaklarını kirletme riski taşıyan bir maden projesi, bu suyla yapılan tarımsal üretime zarar verebilir. Bu durumda, gıda hakkının ihlal edildiği öne sürülebilir ve projenin durdurulması talep edilebilir. Benzer şekilde, iklim değişikliğinin tarıma olumsuz etkileri göz önüne alındığında, iklim değişikliğine neden olan faaliyetlerin, bugünkü ve gelecek kuşakların gıda hakkını ihlal ettiği savunulabilir.

Bu nedenle, gıda hakkının tanınması, yalnızca sağlıklı gıdaya erişimi değil; çevresel yıkıma, eşitsizliğe ve adaletsiz politikalara karşı da güçlü bir yasal mücadele zemini oluşturur. Aynı zamanda bu hak, sağlıklı gıdaya erişimi engelleyen güç eşitsizliklerine ket vurma potansiyeli taşır.

Tarım ve Gıda Politikaları Demokratik bir Şekilde Belirlenmeli

Gıda egemenliğini hayata geçirebilmek için kullanılabilecek pek çok politika aracı var. Toprak reformu, gıda piyasalarının kamu yararına regüle edilmesi ve kent ölçeğinde gıda konseylerinin kurulması bunlardan bazıları.

Yerel ve ekolojik üretim, kamu alımları yoluyla desteklenebilir. Üretici kooperatifleri teşvik edilebilir, katılımcı bitki ıslahı programları uygulanabilir, okullarda ücretsiz bir öğün yemek sağlanabilir.

Tarım sektöründe çalışanların, özellikle de mevsimlik işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek için sosyal güvence sistemleri güçlendirilmeli; iş bulma ve ücret belirleme süreçleri dayıbaşılık gibi güvencesiz yapılardan çıkarılarak kamusal sorumluluk haline getirilmelidir. Ayrıca, bu işçilere sağlıklı barınma alanları sunulması ve sağlık ile eğitim hizmetlerine eşit erişimlerinin sağlanması kritik önemdedir.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Asıl önemli olan, kamunun tarım ve gıda politikalarının demokratik biçimde belirlenmesine alan açması ve bu politikaları hayata geçirmesidir. Bu noktada yerel yönetimlerin de sorumluluk üstlenmesi gerektiğini unutmamak gerekir.

İklim Krizine Dirençli Tarımın Yolu Gıda Egemenliğinden Geçiyor
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

EGEPRESS ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin