1. Haberler
  2. Türkiye Gündemi
  3. Boykot meselesi ve umudun hafızası

Boykot meselesi ve umudun hafızası

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Türkiye’nin son bir haftalık siyasi ve iktisadi menziline baktığımızda, karşımızdaki tabloyu sadece “karanlık” diyerek geçmek, toplumsal varoluşumuzdaki dinamikleri ıskalamak olur.

Kolluğun şiddeti, yargının sabırsızlığı ve medyanın tetikçiliği, iktidarın alışıldık triadını bir kez daha gösteriyor.

Bu üç ayaklı tahakküm, siyasal olanı suçla, sivil olanı korkuyla, kamusal olanı yasakla bastırmaya çalışıyor.

2019’da sandıkta kaybettikleri İstanbul’u, davalarla geri alma iştiyakı, siyasetin de rafa kaldırıldığını gösteriyor.

Bu baskı zincirinin halkaları arasında dolaşan yalnızca İmamoğlu da değil.

İnsanların sabaha karşı kapıları kırılarak evlerinden alınması, bu düzenin olağan adli pratiğine dönüşmüş durumda.

Gençlerin, emekçilerin, kadınların ve tüm dışlananların bu rejimle kurduğu mesafe sadece ideolojik değil, yaşamsal…

Çünkü bu rejim gençliği geleceksizleştirirken, emeği değersizleştiriyor, kadın bedenini siyasetin nesnesi kılarken, hak arayanı terörize ediyor.

Çiftçi mazotuna, esnaf kredisine, öğrenci KYK borcuna esir ediliyor.

Sokakta itiraz eden, pankart açan, düşüncesini haykıran başta gençler, herkes, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.

İstanbul’un duvarlarına 2019’da yazılan bir cümlenin, beş yıl sonra sahibini cezaevine götürmesi rejimin tahayyülünün de özeti…

Bu rejimin kudreti, zannolunduğu gibi sandıktan değil, kasadan neşet eder.

İstibdadın temeli sadece ideolojik aygıtlardan değil, sınıfsal tahkimattan geçer.

Bugünkü rejim, otoriterliğini, müteahhit ihalesiyle, teşvikli yatırım kredileriyle, kur korumalı mevduatla, kartel medya üzerinden pompalanan sınıf körlüğüyle kurmuştur.

Bu rejimin asli dayanağı, geniş halk yığınlarının rızasından ziyade, mütecanis bir sermaye blokunun istikrar talebine verilen cevaptır.

Ne zaman ki bu istikrar, siyasal değil ekonomik saiklerle sarsılır, ne zaman ki halk cüzdanını kapatır, işte o zaman birileri gerçekten telaşlanır.

Son günlerde Türkiye’de yükselen boykot çağrıları bu telaşın izdüşümüdür.

Boykot, doğrudan paranın yönünü, sermayenin devinimini, tüketimin ideolojik kodlarını hedef alan bir iradedir.

Boykot, bir örgütlenme biçimidir.

Gücünü, şiddetten değil, şiddetsizliğin yıkıcılığından alır.

Sessiz ama keskin, görünmez ama sonuç alıcı…

Tam da bu yüzden bu kadar korkutucudur.

Çünkü rejim, iktidarını piyasa ile tahkim eder.

Çünkü para, iktidarın şah damarıdır.

Çünkü bu rejimi ayakta tutan, sermaye düzeninin süregiden istikrarıdır.

Büyük sermaye grupları, yandaş ihalelerle büyütülen holdingler, devletin reklam pastasından beslenen medya organları…hepsi bu sistemin çarklarıdır.

Bu çarklara akan para, ekonomik olduğu kadar, politik bir bağlamdır.
Ve boykot, bu bağlamı kesintiye uğratır.

Bu halk, neyin ne olduğunu biliyor.

Hangi markanın hangi cenahın aparatı olduğunu, hangi haberin hangi merkezden servis edildiğini, hangi ürünün hangi ideolojik düzenin parçası olduğunu okuyor, anlıyor, çıkarıyor.

Türkiye’de bir kez daha, bir marketin sahibi kimdir sorusu politikleşiyor.

Tüketim, apolitik bir gündelik pratikten çıkıp, siyasal aidiyetin sahasına giriyor.

Para akışının kesilmesi, sadece market sahibini değil, o marketin reklamını alan medyayı, onun yatırımcısını, onun bankasını, onun inşaatçısını da etkiliyor.

Yani mesele, hangi sermaye grubunun hangi ideolojik aygıtla bütünleştiği; hangi paranın hangi baskı düzenine nefes verdiğidir.

Ve bu para akışı kesildiğinde, o düzenin nefessiz kalışıdır.

Bu yüzden rejimi ayakta tutan sermaye bloklarının tamamı bu dalgadan korkuyor.
Çünkü orada, bir düzen reddediliyor.

Zira halkın “almıyoruz” diye başlayan sözü, iktidarın iktisadi zeminini hedef alan gerçek politik reflekse dönüşüyor.

Ve boykot, politik bir farkındalığa evrilince, işte tam da o zaman, devran çatırdıyor.

Erdoğan rejimi de bu devranda, kitlelerin sahici ve eşitlikçi bir siyasal özne haline gelme ihtimaline karşı yürütülen ideolojik, kültürel ve fiziksel kuşatmanın adıdır.

Boykotun siyasal bir irade olarak örgütlenmesi karşısında; kitapçıda, kahvecide beliren, sahici olanı boğmak için inşa edilen yapay bir kalabalıkta tecessüm ediyor rejim.

Gördüğümüz, rejimin ideolojik mühendisliğiyle şekillenmiş bir “gösteri kitlesiydi.”

Gördüğümüz; montajlanmış, rejimin ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmiş, hamasetle donatılmış, “yerli ve milli kitle”nin fişle sadakat gösteren, kahvecide selfie çeken, varlığıyla muhalefeti suçlu, itirazı ise “ihanet” sayan bir simülasyondu.

Ishay Landa’nın Faşizm ve Kitleler adlı çalışmasında anlatıldığı üzere biliyoruz; muhalefetin “kitle”sine karşı konumlanan, bir nevi ideolojik barikat işlevi gören bu kitle; itiraz eden yurttaşa karşı sahaya sürülür, iktidarın tahayyül ettiği toplumsal düzenin vitrini olarak teşhir edilir.

Böylece siyasal olan yer değiştirir.

Bu sayede dayanışma değil tüketim, sorgu değil sadakat, itiraz değil alışveriş kutsanmıştır.
Rejim, halkın halk olma ihtimaline karşı, kendi halk suretini üretir; Landa’dan anladığımız üzere “kitleye karşı kitle” tam olarak budur.

Rejimin bu kodları yüzünden “boykot” kelimesi geçtiği an, RTÜK devreye giriyor, İçişleri açıklama yapıyor, sabah baskınları başlıyor.

Çünkü onlar biliyor ki mesele yalnızca bir rafın boş kalması değil, rejimin taşıyıcı kolonlarına yüklenilmesi.

Bu yüzden önce gençleri ve çocukları alıyorlar.

Çünkü bu rejim, sandıktan değil; gelecek tahayyülünden korkuyor.

AKP rejimi, sermaye için öngörülebilirlik üretmeye devam ettiği müddetçe makbuldür.
Ve boykot, bu öngörülebilirliği altüst eder.

Zira üretime değil, tüketime dayalı bir ekonomi, istikrarı yatırımcının hissiyatına bağlamışsa, halkın tüketimi kesmesi bir tür iktidar sarsıntısıdır.

Onlara göre olan, bir tür “iktisadi sabotajdır.”

Tam da bu sebeple bugünün Türkiye’sinde, “markette olan, politiktir.”

Aksi, egemen sınıfın düşüncesidir.

Gözaltına alınan, tutuklanan gençlerin kim olduğu, hangi sosyo-ekonomik arka plandan geldiği; onların neden sistem açısından “tahammül edilemez” olduğu da başlı başına bir veridir.

Çünkü bu çocuklar, artık sadece itiraz etmiyor, alternatifi tahayyül ediyor.

Sadece tepki vermiyor, örgütleniyor.

Sadece kızmıyor, kuruyor.

Bu kurma iradesidir rejimi sarsan.

Muhalefetin “mefluç” de hali gençliğin itirazında son buluyor.

Kurumsal muhalefetin yıllardır biriktiremediği siyasal enerjiyi, şimdi bir çocuğun gözaltı direnişi temsil ediyor.

Attıkları sloganlar, büyük kurultayların yapamadığı kadar geniş yankı buluyor.

Zira gençler, hakikate yaslanıyor.

21. yüzyılın çocukları, torpilsiz işe giremeyeceğini, liyakatin yerini biatın aldığını, diplomanın yok sayılacağını görüyor.

İşte bu yüzden sokağa çıkıyor, pankart taşıyor, barikatın önünde duruyor, gözaltına alınsa da geri adım atmıyor.

Gençler, tahayyülün taşıyıcıları.

Onlar sistemin gelecekte ayakta kalamayacağı hakikatini temsil ediyor.

Onlar; yalnızca “hayır” değil, aynı zamanda “başka türlü bir yaşam” diyor.

Ve işte o “başka türlü yaşamak” ihtimali, bugünkü istibdadın asıl korkusu.

Çünkü otoriterlik, aynı zamanda tahayyül yoksunluğudur.

Ve o tahayyül halkın arasında yeniden kuruluyorsa, baskı ancak çürümeyi yavaşlatabilir.

Bu coğrafyada zulüm istikrarlıysa, umut da inatçıdır ve bir hafızaya sahiptir.

Gençler, emekçiler, işsizler, kadınlar… bugün çürümüşlüğe karşı direnen herkes, aslında bir başka ülkenin harcını karıyor.

Bugün Türkiye’de gerçek siyasal direniş, bir zincir marketin rafında, genç bir çocuğun gözaltı hücresinde, bir annenin “dik dur, sakın ağlama” demesinde ve cüzdanını kapatan yurttaşın eyleminde zuhur ediyor.

Bu eylemler, örgütsüz görünür, dağınık sanılır ama asıl kırılma anları bu dağınıklıkta mayalanır.

Ve bugün rejimler yasayla değil, piyasayla kurulurken birilerinin ağzından çıkan “almıyoruz” sözü tek başına bir reddiye değil; bir başlangıçtır.

Bu bağlamda, Türkiye solunun tarihsel mirasını hatırlamak elzemdir.

O mirasla bugün ortak bir damarı var: “kurtuluş… “

Bugün bu damar, başka bir biçimde, ama aynı özle yeniden akıyor.

Bu damar; yalnızca “hayır” demek değil, aynı zamanda “biz başka türlü yaşarız” demek.

Ve o başka türlü yaşamı, 30 Mart’ta Kızıldere’de, teslim olmayan aklın, göğsünde atan inadın, adanmışlığın ve eşitlik düşünün bıraktığı yerden devralmak,
en yalın ve en onurlu haliyle bugüne taşımak gerekiyor.

Boykot meselesi ve umudun hafızası
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

EGEPRESS ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin