Aleviler, son bir asır içinde, laik ve modern hayat standartlarına dönük “öz”sel yatkınlıklarını vurgulamaya özel bir ihtimam göstermişlerdi. Fakat sorun şu ki Alevilerin anayasa, anayasacılık- kurucu güç-kurucu ufuk meselelerine yönelik bağının tüm içeriği neredeyse tamamen bu seviyede çakılı kalmıştır. Nitekim “Çağdaşlık”la ilişkilerinin özetlenerek verildiği bu açık teminat onlar için çelişik bir toplumsal serüveni de beraberinde getirdi. Açık bir söyleyişle hayatlarının demokratik ve kurumsal garantilerini aradıkları yerler onların ölümlerinin veya en azından “öksüz”lüklerinin mekanı haline de gelmiştir. Modern hukukun yüksek standartlarına sahip çıkan Aleviler aynı modern hayatın kendileri için sürekli şiddet biçimleri doğurması ve modern ulusal ve uluslararası kurumlar önündeki “öksüz”lükleri arasındaki “kurucu ilişki”ye dair pek az sorgulama girişiminde bulundular maalesef. Aleviler nasıl olup da modern hayatın eşitlik ve özgürlük esaslarına bu kadar yatkın iken bu kadar yoğun ve aralıksız bir kırım ile karşı karşıya kalıyorlar? Bu sorunun cevabı Alevi mücadelesinin insan hakları söylemiyle kısıtlı ve “kurucu ufuk”tan uzak durmasından kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Daha önce de birkaç defa yazdığımı buraya tekrar iliştireyim ki ne söylemek istediğim daha net anlaşılsın: Eğer kurucu metinlere-anayasalara anlam verecek kurucu güçlerden birisi değilseniz kaçınılmaz olarak üç sonuç beraberinde gelmiştir-gelmektedir-gelecektir: Kurucu güçlerden birisi değilseniz yasalar, anlaşmalar ve ilkeler sizi korumaz ve 1-Kırım; pogrom, soykırım ve askeri katliamlar. 2-Güçettirme, yersiz-yurtsuzlaştırma, sürgün ve iskan politikaları ve 3-Asimilasyon ile karşı karşıya kalırsınız… Kalırız…
Dolayısıyla Alevilerin insan haklarına yönelik söylemlerindeki sözde konfor toplumsal hayatlarındaki derin saldırılar karşısında bir rehavetten daha ötesine izin vermiyor maalesef.
Artık stratejik düşünmeye ihtiyacımız var. Bu tartışma bugün Türkiye, Suriye ve Ortadoğu’nun tam bir “kurucu ufka” doğru ilerlediği bugünlerde en acil tartışmalardan birisini oluşturuyor ve artık stratejik hazırlıklar içine girmekten başka bir çare de olmadığını bir kez daha gösteriyor.
Türkiye bir anayasal döneme girmiştir
Türkiye son iki asırdır dönüp dolaşıp anayasa meselesine geliyor her üç beş yılda bir. Fakat bunların pek azı anayasal dönem niteliği taşıyor ve gerçekte arkalarında anayasacılık hareketleri de bulunmuyor. (Anayasa, anayasal olan ve anayasacılık birbirlerinden çok farklı şeylerdir bu arada) Fakat şimdi önümüzdeki süreç klasik Türk sporlarından birisi olan yeni anayasa yapma sürecine pek benzemiyor. Daha çok kurucu girişimleri gerektiren bir süreç olma ihtimali var. Aynı anda Suriye’nin de anayasal bir dönem içinde bulunması ve Türkiye ve Suriye’deki kurucu konumların-özellikle Kürtler nedeniyle- birbirleriyle çok yakın oluşu anayasal dönemde olduğumuz gerçeğinin altını bir kez daha çizmeyi gerektiriyor. Bu sürecin Türkiye açısından nasıl bir araya geleceği veya gelip gelmeyeceği henüz belli olmayan üç temel çıkar zemini olabilir:
1- Erdoğan’ın beklentisi: Birincisi Erdoğan’ın “ebedi şef” olarak kurucu baba haline gelmesi. Şu ana kadar gerçek bedeni dışında bir “ruhani” beden oluşturamayan Erdoğan’ın Kantorowitzçi anlamda “ikili beden” yaratabilmesi ancak bu yolla ihtimal dahilinde. Kürt siyasi kanadı olmaksızın bunun gerçekleşebilmesi pek mümkün görünmüyor…
2- Bahçeli’nin beklentisi: Türk milliyetçi hareketinin Kürt milli hareketi ile bölgesel bir işbirliği ve ittifak kurması. Türkçülüğün insan dışı bir nesne olarak hak meselesinin dışına yerleştirdiği Kürtler Türk milliyetçiliğinin hareket kanadından geniş bir çıkarlar coğrafyası ve konjonktürel fırsatlar vaatleriyle özneye dönüşme daveti almış oldu… Bu davet Kürt hareketlerinin siyasi kanatlarında nasıl karşılanacak sorusu oldukça belirleyici ve yönetilmesi gereken bir soru ve cevap alanı…
3- Kürtlerin beklentisi: Kürtlüğün Türkiye’nin kurucu güçlerinden birisi olarak ilanı; Mustafa Kemal’in 1923 Ocak ayında verdiği sözün bölgesel alana taşınarak iki uluslu bir devlet haline gelmesi beklentisi veya talebi oldukça yüksek…Bu da Kürtlerin beklentisi olarak öne çıkıyor.
Şimdi bu her üç sürecin vaat ve beklentileri birbirlerini nasıl karşılayacak ve süreç nereye gidecek sorusu hala cevaplanmış değil. Fakat bunlardan birisi olmadan diğerlerinin gerçekleşmesi de akla yatkın değil. Bu üç sürecin yan yana gelmesi için öncelikle Türkçülüğün bir hareket haline gelmesinin engellenmesi, Kürtlerle barışa alternatif önerilerin ve aktörlerin diskalifiye edilmesi ve Kürt hareketi dışında kalmış Alevi toplulukların kontrol altına alınması gerekiyor. Bu da Kürtlerle barışın Türkiye’deki siyasal alanın mesahası aynı kalarak siyasal alan dışında bırakılanların değiştirilmesi olarak anlaşıldığını gösteriyor. Çok açık ki iktidar koalisyonunun tarafları bir “kürt barışı” karşılığında Kürt siyasetinin demokratik standartlarını değiştirmeyi teklif etmek durumundalar. Bu nasıl cevaplanacak?
Bu yazı bakımından ise gerçek soru şu: Aleviler Kürtlerin kaçınılmaz olarak dahil olacağı bu anayasal sürece hazırlandılar mı? Önerileri nedir? Konumları nedir? İnsan hakları hukukunun standart koruma ilkeleri ve kararlarının hatırlatılmasını aşan bir anayasa önerileri var mı? Ve daha önemlisi bu güç ilişkileri nezdinde anayasal konumları nedir? Nasıl olmalıdır? Ve tüm bu stratejiye dair soruları üstlenebilecek merciler var mı?
Ve Suriye’de anayasal dönem
Suriye Alevilerin anayasa, anayasal dönem ve anayasacılık meseleleri üzerine düşünmelerini zorlayan ikinci ve aslında merkezi bir siyasi coğrafya. Bugün Suriye’de de gerçek bir anayasal dönem yaşanıyor ve bu Türkiye’deki anayasal süreci daha da zaruri kılıyor. Colani, emperyal ve alt emperyal güçler tarafından oybirliği ile Suriye’ye kayyım olarak atanmış durumda ve bu onu kendi toplumsal ve askeri gücünü aşacak biçimde merkezi konumda tutuyor. “batı” açısından esas ekonomik temelleri olduğu kadar İslamcı şiddeti ve radikalleşme süreçlerini Suriye’de toplayarak kendi coğrafyalarından uzak tutmak hedefi de kolaylıkla fark edilebilir bir durum. Dolayısıyla Colani, açık bir gerçek ki Suriye’de merkezi bir güç olarak uluslararası alanda tanınmış halde. Kürtler ve Dürziler ise Suriye’de kendilerini kurucu güç alanına taşıyacak konum almış durumdalar. Geriye ise Colani’nin kendi cemaati dışında hükmedeceği tek yer Aleviler ve Alevi coğrafyası kalıyor. 6 aydır sürdürdüğümüz insan hakları temelli mücadelelerimizi şövalyece bir ruhla devam ettirirken Arap Alevilerinin de içinde olduğu anayasal döneme ilişkin bir konum üzerine düşünmek de artık zaruri hale gelmiş durumdadır. Çünkü insan hakları meselelerinin stratejik dayanaklar ve güçler bulunduğunda çözüme kavuşma ihtimali olduğunu biliyoruz artık…
Nihayetinde hem Türkiye hem de Suriye anayasal bir dönemdedir ve bugün Alevileri içermeyen bir kurucu güçler alanı ile karşı karşıyayız. Bu da Alevilere yönelik kırımları önlemenin kalıcı ve dayanıklı imkanları üzerine düşünmeyi ertelenemez kılmayı gerektiriyor artık…