İsmail Güzelsoy’un nüvesini onlarca yıl önce oluşturduğu yeni romanı Saf – Suya Anlat İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Sadî-i Şirazî’nin “Yolun sonu aşktır ve aşkın sonu yoktur” dizeleri ile merhaba diyen eser, bilgeliğin son aşamasının; sahip çıkılmış masumiyetin ta kendisi olduğunu fısıldayan bir anlatı şöleni sunuyor okura.
Yeniden yazılmış bir masal- roman olan Saf-Suya Anlat, Güzelsoy’un kendi anlatısına doğrudan bakma cesaretini gösterdiği bir “çifte kavrulmuş” anlatı. İlk kez 2013’te yayımlanan Saf’ı yıllar sonra yeniden ele alan Güzelsoy’un bu eserinde masal ile roman, sözlü kültür ile yazı, düş ile gerçek iç içe geçiyor.
On bir buçuk hayat yaşayan Şaman Subala, henüz dünyayı ve kelimeleri tanımayan, yalnızlığın ilk ve en saf formunu taşıyan bir yolcudur. Onun yüzlerce yıl öncesinden günümüze uzanan hikâyesini izlerken saflığın doğasını, bilgeliğin sınırlarını ve tabii ki aşkın sonunun olmadığına da tanık oluyoruz. Subala’nın bu yolculuğu sadece coğrafi değil, zihinsel ve ruhsal…
İsmail Güzelsoy ile on iki yıl sonra yeniden yazdığı “yeni” masal romanı Saf-Suya Anlat üzerine söyleştik…
İlk akla gelen soru ile başlamak istiyorum: Saf’ı neden yeniden yazmak istediniz? 2013’teki ilk “Saf” ile 2025’teki “Saf: Suya Anlat” arasında yazar olarak nasıl bir dönüşüm geçirdiniz?
İlk yazılmış versiyonu uzun bir masal olarak hayal etmiştim ama bir romanın akış şemasına uygun ilerleyecek, geleneksel sözlü edebiyat esinleriyle şekillenmiş bir tasarımdı bu. O yayımlandıktan sonra bu sefer de, roman çerçevesini daha kalın çatma fikri zihnimi kemirmeye başladı. Aslında bir romanı bitirir bitirmez dönüp arkasına bakmayan yazarlardanım.
Olağan koşullarda o romanla bir işim kalmamalıydı ama olaylar, kişiler ve kurgusal akış, inatla zihnimde mayalanmayı sürdürdü. Yani o buğulu masal havasını biraz dağıtıp, karakter şemasını biraz daha boyutlandırsam, olayları daha az masalsı biçimiyle işlesem nasıl bir şey çıkardı ortaya diye düşünüp durdum. Şimdi bunu düşünce diye adlandırıyorum ama bazı düşünceler sizin iradenizle biçimlenir; bazıları iradenizi aşar, sizi bir yere sürükler yeraltı ırmağı gibi içten içe ilerler.
Saf biraz öyle oldu açıkçası. Ne zaman dalıp gitsem, aklımın bir köşesinde romandan bir sahneyle karşılaşıyordum. Rüya gibi, benim iradem dışında ilerledi bir süre. Dışarıda bir araç çöp bidonuna çarpıyor, pencereden bakıyorum ve “Subala burada olsa ne yapardı acaba?” diye düşünürken buluyorum kendimi. Bilmem anlatabildim mi? Bir canlı gibi yaşamak, serpilmek isteyen bir organizmaya dönüştü roman bende. Sonrası malum…
Özetleyecek olursak, ben Saf romanını beğenmediğim için değil, aksine sevdiğim, çok sıcak ve kendime yakın bulduğum için yeniden yazdım. Yaşadığım dönüşüm konusunda bir şey söylemem. Bunu anlayabilmem için bir hayat daha yaşayıp oradan buraya dürbünle bakmam gerek. Teleskop mu deseydik?
“Bazı pasajları karşımda bir topluluk varmış gibi yazıyorum”
Önsözde meddahları kıskandığınızı söylüyorsunuz. Meddahın anlattığı hikâye nefes alıp veren bir canlıya dönüşüyor, diyorsunuz. Yazıysa hikâyeyi donduruyor. Peki siz yazarken bu ‘nefes alma’ hâlini nasıl korumaya çalışıyorsunuz?”
Ne güzel soru. Bilmiyorum doğrusu. Sadece hayal ediyorum. Bazı lirik pasajları yazarken, karşımda bir grup insana hikâyemi anlattığımı hayal ederim bazen. O pasajı okuyacak olan okurları, onların tepkisini izlerim. Hatta okur kulüplerinden tanıştığım, yıllar içinde arkadaş olduğum insanlarda süzerim sahneleri. Tabii ki organik, etkileşimsel bir anlatı çıkmıyor ortaya ama en azından yazdıklarımın, insanlarda yankılandığını hayal etme şansı veriyor.
Peki bunun nasıl bir faydası oluyor? Yalnız başına, steril bir algının, duygulanımın ürünü değil, somut bir öbek insanın içinde olduğum duygusu bana şevk veriyor. Bu da anlatıya bir biçimde yansıyordur. Teknik olarak ne derece yansıdığını, ne işe yaradığını bilmiyorum ama psikolojik olarak kendimi iyi hissediyorum. Keyifli bir maceraya dönüşüyor yalnızlık. Keyif almadığım hiçbir şeyi yapmamam gerektiğini anladım. Sanat sepet işleriyle uğraşan birinin bunu öğrenmesi gerek bence. Ne söylersen söyle, ne kadar söylersen söyle, lezzetli olmadığı sürece, dahası seni eğlendirmediği sürece heyecan yaratmayacaktır. Ne sende ne de okurda…
Bir aralar öğrencilerime sıklıkla “Yazmak, yazışmaktır,” derdim. Bunu kast ederdim. Yani bizim aklımızda şöyle bir şema var: Yazar masasında oturmuş yazıyor, okursa uzak bir noktada kitabı açıp okuyor. Süreç artık böyle işlemiyor. Sürekli ve neredeyse anlık geri besleme alıyoruz bu çağda. Sosyal ağlarda, okur buluşmalarında bir etkileşim içinde olduğunuz zaman hikâye ediş yordamlarınız da yeniden biçimleniyor.
Subala karakteri hem saf hem de bir o kadar zeki. Öğrenmeye arzulu, bastırılmış duygularını, ona çizilen yasakları, sınırları zorluyor, soru soruyor. Onun bu yolculuğu bir bireyin ‘kendini doğurması’ gibi okunabilir mi? Subala’yı yaratırken hangi psikolojik veya mitolojik temellerden beslendiniz?
Elbette öyle okunabilir. Subala’nın yolculuğu bir kendini gerçekleştirme serüvenidir aynı zamanda. İki planda ya da katmanda bakılabilir romana. İlk katmanda gerçek bir yolculuk, yol hikâyesi var, bunun gerisindeyse bir olgunlaşma, kendini yaratma ya da sizin dediğiniz gibi, kendini doğurma yolculuğu işlenir. İlk planı oluştururken sözlü edebiyatın bütün türevlerini inceledim, özellikle masal formlarını, yolculuk temasını çalıştım ve öne çıkan kadim seyahatnamelerin çoğunu inceledim.
Hem terminolojiyi oluştururken bunlardan yararlandım hem de o seyahatlerin teknik boyutunu ve doğasını anlamaya çalıştım. Bir kervan nedir, nasıl olur, neden insanlar yalnız yolculuk yapmaz da kervanlara katılır, bir kervanda yolculuk eden binlerce yolcu ne yer, ne içer, bir saldırı altında nasıl hareket eder, bir salgına karşı nasıl önlem alır, suyu nereden bulurlar vs vs?
Arka planı oluştururken de, sözünü ettiğimiz o olgunlaşma yolculuğu içinde kendi yaşadıklarımı kılavuz aldım. Yaptığım aptalca ve akıllıca hataları düşündüm, şimdi olsa bu hataları daha güzel yapabilir miydim, diye hayal ettim, okuduğum kitapları, yazdıklarımı, yaşadıklarımı düşündüm.
Bende ne değişti? Daha önemlisi, bu değişim nasıl gerçekleşti? İşte bu ikinci soru Saf’ın taşıyıcı sütununu ayağa dikiyor. Keşfettiğim bir şey var bu süreçte: İnsanın dönüşmesi ancak etkileşimle mümkün olabiliyor. Yani bin yıl oturup, şöyle biri olacağım, şöyle düşüneceğim, şöyle konuşacağım, şu yiyecekleri yiyeceğim, şunlardan uzak duracağım hesabı yapsanız da bir arkadaşınızın baştan çıkarıcı bir davetiyle bütün planlarınız çöpe gidiverecektir.
“Dönüşümü yaratan enerji etkileşimdir”
Çünkü etkileşim dönüşümün ilk ve en etkili yoludur. Bu nedenle romanı ikinci kez ele alırken etkileşimi daha öne çıkardım. Az önce sordunuz ya, yeni versiyonda ne değişti. Belki de bunu söylemem gerekirdi… Evet, dönüşümü yaratan enerji etkileşimdir. İnsan, zihninin içinde yapacağı yolculukla bir şeylerin nasıl olması gerektiğine karar verebilir ama ayakkabısını bağlamadan yola çıkamaz. Subala’nın yaşadıkları, onun gerçek derinliğini ortaya çıkarıyor zaten. Bu faslı biraz daha belirgin göstermeyi denedim yeni versiyonda.
“İnsan ne kadar uzağa bakarsa özbenliğine o kadar yaklaşır”
Semerkant’a doğru yola çıkan Subala’nın görevi, Sıfır’ın sırrını çözüp Kutlu Oyuncak’ı almak. ‘Sıfır’ kavramı hikayede çok güçlü bir metafor. Onun gücünü şu sözlerle ifade ediyorsunuz: “Sıfır tanrının hikmeti, Kutlu Oyuncak ise insanın kerametidir. Onlar Sıfır’dan korkarlar. Onu sevmez ve ona öfkelenirler. Sıfır büyümeyen ve küçülmeyen tek şeydir.” Bu kavram sizin için neyin karşılığı?
Spoiler vermemek için biraz şifreli konuşmam gerek şimdi: Sıfır romanın ilerleyen evrelerinde somut bir nesneyle karşılanıyor. Bu da bizi Lacan’a gönderiyor. Özetle, insanın kendisini kurması, ancak kendisine odaklanmaktan vazgeçmesiyle mümkündür. Paradoksal gibi görünebilir. Öyle bir söz vardır ya, “Bir şeyi çok istiyorsanız ondan vazgeçin,” derler. Bu da benzer bir şey…
İnsanın dönüşmesinin yolu, kendisiyle uğraşması değil. Değirmen taşlarının arasına hububat atmazsanız taşlar birbirini öğütür. İnsan aklının kendi üzerine katlandığı bir çağdayız ve mutsuzluğumuzun en büyük kaynağı bu. Ne kadar bencil ve kibirli olursak kendimizden o kadar uzaklaşıyoruz. Yani bencil ve kibirli olmak yalnızca etik değil aynı zamanda estetik ve işlevsel olarak da bir çıkmaza sürükler bizi. Çünkü kendiyle sarhoş olmak diye bir şey var hayatta. Şu an öyle yaygın bir durum ki bu. Kendinden çıkabilmeyi başardığın zaman artık terapiye verdiğin parayla o çantayı alabilirsin. Ama kendinden çıkınca çanta almaktan vazgeçebilirsin tabii. Romanla bağlantıyı çok açık gösteremiyorum, romanın sırlarından birine doğru gidiyor sözlerim. Okura ayıp olur sonra.
Sıfır kendine bakmaktan vazgeçerek kendini kurmaktır bir anlamda. İnsanın iki hiçlik kapısı arasında yolculuk yaptığını hatırlaması… Sıfır bir sayının önüne gelince hiçbir anlamı yoktur ama arkasında onu büyütür. İnsanın kendisini tanımlayıp anlamlandırabilmesi için kendisine odaklı bir algı matrisinden çıkması gerek. Kendisine odaklandığı ölçüde özbenlik algısı kırılacaktır. Bir kelimeyi sürekli tekrarlarsanız anlamını kaybedip fonetik bir tınıya dönüşür ya, aynı şey burada da geçerli. İnsan ne kadar uzağa bakarsa özbenliğine o kadar yaklaşır. Onun için de Mahimah, “Uzağa bakma, yaratırsın,” diye uyarıyor onu. Uzağa bakarsa yaratacağı şey kendisidir çünkü. Mahimah bunu istemiyor.
“Kadının varlığı efsunlu hale getirir ortamı”
Subala’nın kadın karakterlerle kurduğu ilişkiler; öğretici, dönüştürücü ve kimi zaman da kırılgan bağlarla örülü. Yolculuğunda karşılaştığı tüm kadınlar ona ayrı bir bilgelik kattı, dönüştürdü, büyüttü. Subala’nın kadınlarla ilişkisi, onun kendini inşasında nasıl bir rol oynuyor? Hikâyenin bu yönü ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Erkeğin olgunlaşma yolculuğu, kadınla girdiği ilişkiyle biçimlenir. Bu çok iddialı gelebilir ilk anda ama dönüp insanlara bakın. Ne kadar odun tip varsa kadınlarla ilişkisi zayıf ya da sorunludur. İlk gençlik yıllarımızda bir arkadaşımızın evinin taraçasında oturmuş üç erkek, çay içerek sohbet ediyorduk. Arkadaşımızın annesi, çok yaşlı bir kadındı, yanımıza gelip bizimle oturdu. O andan itibaren lügatçemiz değişti. Bunu hiçbir zaman unutamam. Zırva zırva şeyler konuşurken bir anda o yaşlı insanın da keyif alabileceği edebi bir sohbete yöneldik. Neden?
Hani genç bir kız olsa; eh, genç delikanlılar, kızı etkilemeye çalışıyorlar, dersiniz. Durum böyle değildi. Bir kadının varlığı efsunlu hale getirir ortamı. Erkek kadında sınanan bir varlıktır. Bu nedenle Subala’nın biçimlenişi, olgunlaşma yolculuğu kadınlarla girdiği etkileşim üzerinden kuruluyor. Dikkat ediyorsanız Kervanbaşı ya da İbn Luka ona pek bir şey öğretmez.
Yüzyıllar öncesinden başlayan bu kadim hikâyenin 1968’de son bulması rastlantı mı, yoksa bu tarihin sizin için sembolik ya da tarihsel bir karşılığı var mı?
Rastlantı değil tabii ki. 1968, modern dünyanın değerlerine karşı ezilenlerin ilk kez sesini duyurduğu bir dönüm noktasıydı.
Son olarak üzerine çalıştığınız, okuyucularınızı bekleyen yeni bir proje var mı?
İki roman ve bir de kurmaca kitabı üzerine çalışıyorum ama uzun zaman gerektirecek bunlar. İlk roman iki yıldan önce çıkmaz tezgahtan. Yine boyumdan büyük işlere kalkıştım şimdilerde. Bisiklet gibiyim, durunca düşeceğimden korkuyorum. Elimin altında bir proje olmalı ve beni zorlamalı. Kestirme, sıkıntısız yolları pek sevmediğimi söyleyebilirim en azından. Dualarınızı esirgemeyin.