1. Haberler
  2. Türkiye Gündemi
  3. Demokrasiyi kalıcı bir şekilde sağlamak için özgürlük şart

Demokrasiyi kalıcı bir şekilde sağlamak için özgürlük şart

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Burak Soyer

Stefan Pohlit Alman müzisyen ve yazar. Aynı zamanda akademisyen. Çok uzun süredir Türkiye’yle bağlantısı var. Burada orkestra şefliği de yapmış, öğretim görevlisi olarak da çalışmış. Ben kendisiyle, bu toprakları pek çok metafor kullanarak anlattığı “Münzevi Adası” romanı vesilesiyle tanıştım. Sonra da arkadaş olduk ve sık sık telefonlaşıp dertleştik.

Geçtiğimiz aylarda Kalan Müzik’ten “Şafakların Cihangiri” adlı albümü çıktı. Tahir Aydoğdu için bir kanun konçertosu olarak Deutsche Staatsphilharmonie Rheinland-Pfalz tarafından Cumhuriyetin 100. Yılı için sipariş edilen ve şimdiye kadarki “en büyük kanun konçertosu” olan albümle ilgili bir röportaj yapacaktık ancak bizim saniyede değişen gündemimiz yüzünden kaldı. Sonra malum hengâme dönemimiz yine “filizlenince” konuyu başka yere taşıdık. Hem içeriden hem de dışarıdan bir sanatçı gözüyle Türkiye’de olup bitenleri konuştuk. Gerisi aşağıda…

Sen sadece bir sanatçı olarak değil, bir ayağı burada olan, Türk kültürünü, Türkiye’de olup bitenleri hep yakından takip eden biriydin, 2007-2018 yıllarında Türkiye‘de yaşadın. Sen son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun hem “içeriden” hem “dışarıdan” bir gözle?

Bence seçimler özgür olmalı. Ancak “kıyamet”ın ayak sesleri daha önce geldi: Haziran 2018 seçimlerinin öncesinde, birçok kişiye sordum, “Evet” mi “Hayır” mı diye. “Evet” diyenlerin şimdi sokağa koşması bana trajikomik geliyor, boşuna tekrarlanan bir ritüel gibi. “Münzevi Adası” adlı romanımda kurguladığım bazı olayların “kehanet” gibi geleceği yansıtması beni tekrar tekrar şaşırttı: “Şurada bir tutuklama, orada bir öğrencinin idamı… […] Şimdi sıra bize gelince mi insan haklarını savunalım?” gibi. Bu sohbete katılan roman karakterleri, bir ömür boyu çabalamış. Eğitimsiz, antidemokratik bir kitle tarafından yerlerinden kovulurken şikayetleri bile “önyargılı”, “ayrımcı” iddialar olarak susturuluyor – utançtan beslenen bir tiyatro. Benzer sahnelere şu anda tüm dünyada şahit olmaktayız. Lakin, ikinci bir Gezi Parkı Türkiye’yi daha iyi bir yere götürmüyor. Zaman zaman protestoların sosyal medyalarda bir şova benzetilmesi (örneğin: polisten kaçan maskotlu vatandaş) bence gereksiz. Sosyal eleştiride satir, parodi, ironi var. Anlıyoruz ki, direnen gençlerin çoğu “Evet”i onaylamadı. Diğerleri ise gençlere bu “etme bulma” dünyasını açıklasınlar lütfen.

2013 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydin, Gezi Parkı’nı da gördün. Karşılaştırma yapmanı istesem?

Gezi Parkı‘na gitmedim. Gitmek istedim ama bu konuda görüşlerim kesin: yabancı olarak kimsenin tarafını tutamıyorum. Sürdürebilir koşullar yaratmak için halkların kendi sorunlarını kendi kendine çözmesi gerekir.

“Yabancı” bir sanatçı olduğun için mi tarafsız kalıyorsun?

Sanatçı, özel hayatında aktivizme katılmak konusunda özgür (örneğin, ben Büyükada’da yıllar boyunca çevreyi temiz tutmak adına çöp toplardım). Ancak sanatın kendisini, siyasetten ayrı tutmalıyız. Sadece insan özgürlüğünü kısıtlamak isteyenler, sanatı da siyasete bağlarlar. Bu konuda Rudolf Steiner (ve daha yakın tarihte Filipinli sosyolog Nicanor Perlas) tarafından betimlenmiş sosyal üçleme modeli’ne inanıyorum. Kültür, politika ve ekonomiyi birbiri ile karıştıran bir toplum bazı bozulmalara uğrar, örneğin: Sovyet ülkelerindeki planlı ekonomi. Bugün ise kültür, siyaset ve ekonomi, insanüstü varlıklara benzeyen uluslararası şirketler tarafından yönetilip küresel bir çöküşe doğru sürükleniyor. Almanya’da şu anda uygulanan kimlik politikası, Türkiye’deki “geleneksel” torpil sisteminden çok farklı değil: liyakat, azim, yetenek, adil bir yarışma kaldırıldı.

Bu durum “Evet’çilerin” trajedisine benziyor: “Senin azınlık duygularını destekliyoruz, karşılık olarak sansür uygulayarak kültürel hayatı yerle bir edeceksin”, gibi. Özgür düşünen sanatçı ise artık gözükemiyor, kadro atanmalarında hemen ayıklanıyor. Bu kaosun içinde birçok sanatçı aktivizme yönelirken, çoğu da politikanın hazırladığı döngülerden kurtulmaya başaramıyor – çünkü bu düzen, dijital bir “tanrı” gibi, yaşamı her açıdan etkilemiştir. Sanatçının sadece “Özgürlük!” diye bağırması yetersiz – sanat kendi kurallarından kaynaklanan bir özgürlük, bir laboratuvar, mitolojik bir hakikat sağlanmalı. Örneğin, müzikte uyumlu ve uyumsuz akorların birbiri ile işlediğini algılayıp bu bilgiyi uyguladığımız halde “çeşitlilik”, “eşitlik” hakkında otoriter kanunlara gerek kalmaz. Kısaca, sanatçının kendine özgü kalması şart.

“Kendine özgü” diyorsun. Bundan kastın sanatsal çerçevede bir “özgünlük” mü?

Maalesef sanat – özellikle müzik – eğitim seviyesi düştükçe poplaşıyor. Pop sanatçısı “kendine özgü” olmaktansa kitlelere çekici gelen, ekonomik bir profil, basitleştirilmiş mesajlar üretiyor. Türkiye’de bulunduğum bazı çevrelerde “otantiklik” konusu sıkça açılırdı. Gerçi, bu terime genellikle kolektif bir anlam verilirdi: eğer bir müzisyen belirli etnik bir ortamda büyümüşse, sanatı “otantik” denerdi. Fakat, bugünkü küresel toplumda bu tür kolektif bilinç yanlış yöne yöneliyor çünkü postmodern revizyonizm, “otantiklik”, hazır, içi boş bir mal gibi üretiyor. Postmodern insan otomatik, yapay bir kimliğe, yapay bir vicdana sahip. “Manevi” hayatına bile güvenmez çünkü çoğu yerde sadece toplumsal hipnoza eşlik ediyor. “Münzevi Adası” romanımda kimliğin bu boyutlarını, daha doğrusu akademik ortamlarda karşılaştığım bir insan profilini incelemiştim örneğin.

“Kimlik profili”ni neye göre inceliyorsun ya da bu neyi kapsıyor?

Biz son derecede ikiyüzlü bir toplumda yaşıyoruz: mesele ne kadar etik konulara düşerse o kadar da ahlaksızlık artıyor. Tecrübelerime dayanarak konuşmuyorum: İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda görev yaptığım dönemde kendimi siyasi bir mekanizmanın hedefinde buldum. “Münzevi Adası”nda dolaşan çağdaş müzisyen karakterleri, bu yaşantılarımdan şekillendi. Irkçılık, şiddet, küçük maaşım için karşılıksız fazla mesai, tehdit, fantastik suçlamalar, en sonunda haksız kovulma – hepsini yaşadım. Meslektaşlarımın sessizliğine de şahit oldum: zamanında kendi kendime sürdürdüğüm projelerden faydalanan insanlar bugüne dek bana bir kez bile “nasılsın” bile sormadı. Teşekkür etmek yerine bana iftiralar attılar. Sizde bir söz var: “Düşene bir tekme de sen at.” Kadrolarda birçok yerde “foul play”, büyük koltuklarda küçük beyinler vardı.

Kamusal hayatta “modern”, “demokrat”, “bilim insanı” gibi bir imaj sergilerken, Almanya’ya gidip “kurban” rolünü oynayanlar ile çok karşılaştım. Duvarların arkasında ise baskıcı politikaya katılarak çalışkan, yetenekli olanların kariyerlerini mahvettiklerini gördüm. Milliyetçi “iddiaları” bile dürüst değil: rüzgâr nereden eserse görüşleri değişiyor, amaç rekabet, kariyer – örneğin kendisini “Kürt” olarak tanıtan genç besteci ve ünlü bir Fransız bestecisinin eserinden kopya almış “kıymetli hocamız”, ayrıca kendi fakültesindeki haksızlıklara göz yuman ama Alman fakültesinde alkışlanan hanımefendi…

Türkiye’nin geleceği için senin vizyonun nedir?

“Münzevi Adası”nın sürrealist metaforunu yakalayan okuyucu, ancak “hain” karakterini doğrudan “ana kahraman” olarak yansıttığımı görecek. Amacım, yaşadığım aşağılama, kayıplarım için intikam değil, şifaya yol açmaktı. Yurt dışındaki haberlere göre, Türkiye’nin tek derdi “Uzun adam”. Ancak küreselleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bunun “tapınağı” kâbe değil, borsadır. Daha demokrat bir başkan bile, söz ettiği reformları tamamlamadan, bu dünyanın tuzağına düşerdi. Gelişmeler çok kötü, anlayamıyoruz – ama asıl sorun yönetim değil, toplumun yetişmesi lazım.

Türkiye, demokrasiyi sadece Batı’dan ithal etmiş, Atatürk’ten sonra sürekli krizler yaşamıştır. Gelecek toplumu sağlamak için bir ütopi (bu yüzden de bol yaratıcılık, bol sanat) gerekiyor. Demokrasiyi kalıcı bir şekilde sağlamak için özgürlük şart. Maalesef İslam teolojisinde insanın özgürlüğü yok. İslam, insanlar arasında empati, içten gelen bir vicdan geliştiremedi – tam tersine Türk toplumunda sosyal bir çöküş görüyorum. Üstelik radikal İslam, neoliberal düzene uygun – belki bu yüzden ülkelerimizi Taliban, İŞİD usullü cihadistler ile doldururlar. Demokrasi birçok ülkede artık boş bir kimlik profili, “boyalı bir duvar”a benziyor.

Bertolt Brecht’in yazdığı gibi: “Hükümet halkı bırakıp başka birini seçse daha kolay olmaz mıydı?” Vatandaş kendi ülkesinde dışlanıyor. İslamcı göçmen ise Batı’da kültür değil, sadece maddi kazanç arar. Aynı zamanda İslamcılık Batı’dan ne kadar nefret ediyor. Ne için? Biz de kendi ülkemizde susturuluyoruz. Örneğin, eğer ben Gazze’deki soykırım veya medyalarda yayılan Putin paniği hakkında kendi görüşlerimi paylaşsam profesyonel çevremde “iptal” edilirdim. Bunun dışında gayet iyimserim.

Demokrasiyi kalıcı bir şekilde sağlamak için özgürlük şart
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

deneme bonusu veren siteler
_
deneme bonusu veren sitelerdeneme bonusu veren siteler
Giriş Yap

EGEPRESS ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin