1. Haberler
  2. Türkiye Gündemi
  3. Doğaya ve Anayasa’ya aykırı düzenleme

Doğaya ve Anayasa’ya aykırı düzenleme

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İstanbul Milletvekili Evrim Rızvanoğlu

Bu yazıda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 13 Haziran 2025 tarihinde sunulan ve kamuoyunda “süper izin yasası” olarak bilinen torba teklifin aslında yalnızca doğayı değil, hukuk devletini ve toplumsal katılımı da doğrudan tehdit eden bir rejim inşa etmeyi amaçladığını ele almaya çalışacağım. Resmi adı “Enerji ve maden alanlarına yönelik düzenlemeler içeren Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” olan bu düzenleme; Orman Kanunu, Zeytincilik Kanunu, Mera Kanunu ve Çevre Kanunu gibi Türkiye’nin temel çevre mevzuatlarını delik deşik eden hükümler içeriyor.

Ama mesele sadece yasalarda yapılan değişiklikler değil. Bu teklif, doğa üzerindeki tüm denetim ve koruma mekanizmalarını kaldırarak ormanları, zeytinlikleri, meraları ve su havzalarını ruhsatlandırılabilir sahalara dönüştürmeyi hedefliyor. Enerji dönüşümü söylemiyle mülkiyet hakkı askıya alınıyor; kalkınma adı altında ekosistem bütünlüğü parçalanıyor. Avrupa Birliği rehberine uyumu bahanesiyle, yalnızca yenilenebilir enerji yatırımlarına özgü bazı izin kolaylıkları, bağlamından koparılarak madencilik projeleri için gerekçeye dönüştürülüyor. Oysa bu teklif ne bir çevre reformudur ne de bir hukuk düzenlemesidir. Bu doğrudan bir ruhsat rejimidir. Yaşam alanlarımızı, gıdamızı, suyumuzu, ormanlarımızı ve geleceğimizi tehdit eden bir sistemdir. Dolayısıyla mesele yalnızca teknik bir yasa tartışması değil, toplumsal bir uyarı gerektiren bir yaşam meselesidir.

Daha yakından bakmak gerekirse bu teklif, 3 Temmuz 2025’te Meclis Genel Kuruluna getirildi. Üstelik İklim Kanunu’nun kabulünden yalnızca bir gün sonra. Yani iklim yasasının mürekkebi kurumadan, doğa tahribatını hızlandıracak yeni bir yasa daha gündeme geldi. Biri içi boş bir iklim yasası; diğeri onunla çelişen bir torba teklif. Her iki düzenleme de toplumu iklim krizine hazırlamıyor, dirençli sektörler yaratmıyor. Çünkü bu bir çevre politikası değil, bir ticaret politikasıdır. Yapılmak istenen şey doğayı korumak değil, ruhsatı hızlandırmaktır. Siyasi iktidar, doğa üzerindeki bürokratik süreci değil, doğanın kendisini sorun olarak görmektedir.

Teklifin kamuoyunda en çok tartışılan başlıklarından biri, “ÇED Gerekli Değildir” ibaresinin kaldırılması oldu. Bu söylem, yıllardır gelen haklı eleştirileri savuşturmak için kullanılıyor. Ancak içerik aynı kalıyor, yalnızca tabela değiştiriliyor. 2024 yılında “ÇED Gerekli Değildir” kararı verilen proje sayısı 3.436 iken, “ÇED Olumlu” kararı verilen 641, “ÇED Olumsuz” kararı verilen yalnızca 376. Yani başvuruların %92’si olumlu sonuçlanmış. Bu sistem çevreyi koruyan bir süzgeç değil, bir onay makinesine dönüşmüş durumda. Ve şimdi sadece ismi değiştiriliyor.

Üstelik bu teklif, 2022’de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından düzenlenen İklim Şûrası’nda alınan kararlara da aykırı. Orada, “ÇED mevzuatında değişiklik yapılarak projelerin çevresel, iklimsel ve sosyal etkilerinin uluslararası standartlarla ölçülmesi sağlanmalıdır” denmişti. Ayrıca teklif hazırlanırken Stratejik Çevresel Değerlendirme (SÇD) süreci de devreye sokulmamıştır. Oysa Stratejik Çevresel Değerlendirme, bir ülkenin enerji ve madencilik gibi üst ölçekli politika ve planlarını çevresel etkiler açısından önceden değerlendirme yükümlülüğüdür. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın kendi hazırladığı 2018 tarihli resmî rehbere göre, enerji ve madencilik politikaları bu sürece tabi olmalıdır. Ancak bu torba yasa teklifinde böyle bir değerlendirme yapılmamış, halkın katılımına ve çevresel etki analizine dayalı hiçbir ön süreç işletilmemiştir. Yani yalnızca projeler değil, politika düzeyinde de çevresel denetim tamamen devre dışı bırakılmıştır.

Yalnızca ormanları değil, tüm doğal alanları ruhsatlandırılabilir hale getiriyor

Teklifin gerekçesinde Avrupa Birliği’ne de atıfta bulunuluyor. “Avrupa bile izin süreçlerini hızlandırıyor” denilerek bu düzenlemeye uluslararası meşruiyet kazandırılmak isteniyor. Ancak bu iddianın temeli yok. Çünkü Avrupa Birliği’nin 13 Mayıs 2024 tarihinde yayımladığı rehber yalnızca yenilenebilir enerji yatırımlarına yöneliktir; madencilik faaliyetleri bu kapsama dahil değildir. Üstelik söz konusu AB rehberinde çok açık ilkeler yer almaktadır: Kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi, halkın karar alma süreçlerine katılımının sağlanması, bilgiye tam erişim, hassas ve korunması gereken ekosistemlerin bilimsel olarak haritalanması ve çevre koruma mevzuatının kesin biçimde korunması. Oysa Türkiye’deki bu yasa teklifi, bu ilkelerin neredeyse tamamına aykırıdır. Kurumsal kapasiteyi artırmak yerine denetim yetkileri zayıflatılmakta, halkın sürece katılımı ortadan kaldırılmakta, bilgiye erişim sınırlandırılmakta, doğal koruma alanları (örneğin sit alanları, sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri) maden projelerine açılmakta ve Stratejik Çevresel Değerlendirme gibi önleyici mekanizmalar tamamen devre dışı bırakılmaktadır. Dolayısıyla Avrupa’yı örnek göstermek, bu teklif için gerçek bir dayanak değil; yalnızca vitrine konulmuş, içeriği boş bir meşruiyet kılıfıdır.

Torba yasa yalnızca ormanları ya da meraları değil, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle korunan tüm doğal alanları da ruhsatlandırılabilir hale getiriyor. Sit alanları, sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar bu teklif kapsamında maden projelerine açılabilecek. Oysa Türkiye’nin 2024-2028 yıllarını kapsayan 12. Kalkınma Planı’nın 872. maddesi çok açık: “Karasal ve denizel korunan alanlar artırılacak, karbon yutak alanları genişletilecektir.” Peki bu hedefe nasıl ulaşacağız? Korunan alanlara maden ruhsatı vererek mi? Meraları madenciliğe, ormanları sanayiye açarak mı? Bu bir kalkınma stratejisi değil; doğayı geleceğimizin teminatı olmaktan çıkaran bir piyasa mantığıdır. Aynı çelişki, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın söylem ve eyleminde de karşımıza çıkıyor. Bakan, geçen yıl ve önceki bütçe görüşmelerinde, Türkiye’nin korunan alan oranını OECD ortalaması olan %17’ye çıkaracaklarını söyledi. Geçen ay ise Bakanlık bu oranı 2030’a kadar %30’a çıkarma hedefini kamuoyuyla paylaştı. Ancak bugünlerde Meclis’te görüşülen yasa teklifi, bu hedeflerle taban tabana zıt. Söz başka, yasa başka. Hedef başka, uygulama bambaşka. Ve bitmedi. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in Arazi Tahribatının Dengelenmesi (ATD) hedeflerini taahhüt eden ilk ülkelerden biri. Bu kapsamda hazırlanan ulusal rapora göre Türkiye, 2030 yılına kadar 1 milyon hektar alanda ağaçlandırma, 750 bin hektar merada ıslah çalışması, 2 milyon hektar tarım arazisinin rehabilitasyonu ve orman varlığının %30’a çıkarılması gibi hedefler benimsemiştir. Ancak ruhsat kapısını doğanın kalbine kadar açan bu yasa teklifi, bırakın bu hedefleri desteklemeyi, onların altını oyuyor.

Teklifle birlikte doğayı korumakla yükümlü kurumlar da yetkisizleştirilmektedir. Önceden ormanlar üzerindeki izin ve denetim süreçleri Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) sorumluluğundayken, bu yetkiler artık doğrudan ruhsat dağıtmakla görevli MAPEG gibi yapılara aktarılmaktadır. Dahası, bu kurumlar başvurulara 4 ay içinde yanıt vermezse, projeler kendiliğinden onaylanmış sayılacaktır. Bu, doğayı koruma refleksi değil; doğayı bypass etme pratiğidir. Yani artık orman idaresi doğayı savunmak için değil, yatırım süreçlerini hızlandırmak için devreye sokulmaktadır.

Acele kamulaştırma yetkisi genişletiliyor

Ayrıca stratejik veya kritik madenlerle ilgili kurumlar arasında görüş ayrılığı çıkarsa, süreç Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlığında, yalnızca bakanlardan oluşan bir kurula devredilecek. Ne yerel yönetim var, ne bilim insanı, ne halk temsilcisi. Bu kurul “üstün kamu yararı” adı altında her projeye onay verebilecek. Bu, ÇED süreci başta olmak üzere demokratik denetimin tamamen dışında işleyen bir yapı anlamına gelir. Aynı zamanda mülkiyet hakkı da büyük bir risk altına giriyor. Bir kurul kararıyla bir köylünün tarlası, bir üreticinin zeytinliği elinden alınabilecek.

Enerji dönüşümü adı altında “acele kamulaştırma” yetkisi de genişletiliyor. Oysa Anayasa’ya göre acele kamulaştırma ancak olağanüstü durumlarda mümkündür. Geçmişte Milas’ta, Soma’da, Afşin’de köylüler bu yetkiyle yerlerinden edildi. Şimdi bu yetkiler “ulusal çıkar” gibi muğlak gerekçelerle genelleştiriliyor. Bu kamu yararı değil; şirket yararıdır.

Zeytinliklere yönelik saldırı ise yeniden sahnede. Oysa Zeytincilik Kanunu çok açık: Zeytinliklere üç kilometre mesafede dahi zarar verecek tesisler kurulamaz. Ancak bu teklif, Danıştay’ın iptal ettiği düzenlemeyi bir kez daha yasaya sokmayı deniyor. Bu kez gerekçe “enerji arz güvenliği.” Avrupa’da yaşanan geçici kesintiler örnek gösteriliyor. Ancak Avrupa Birliği, bu kesintilerin nedenlerine dair teknik çalışmalar yürütmekte olup, henüz bu konuda bağlayıcı bir karar almamıştır. Türkiye’de ise bu belirsizlik, yenilenebilir enerji değil; fosil ve madencilik yatırımlarını gerekçelendirmek için kullanılmaktadır. Yani Avrupa’daki enerji arz tartışmaları, burada doğa talanına kılıf yapılmaktadır.

Meralara da ÇED yapılmaksızın yenilenebilir enerji santrali kurulabilecek. Elbette yenilenebilir enerji desteklenmeli; ama doğaya rağmen değil, doğayla birlikte yapılmalı. Meralar yalnızca otlak değil; karbon yutak alanlarıdır, biyoçeşitlilik sahalarıdır, kırsal yaşamın temelidir. Bugün merasını kaybeden, yarın sütü, eti, peyniri üç-beş katı fiyata almak zorunda kalır.

Geri çekilmesi bir siyasi nezaket meselesi değil; Anayasal bir zorunluluktur

Son zamanlarda hepimizin yüreğini yakan orman yangınları meselesi, aslında bu teklif gibi yasal düzenlemelerle de doğrudan ilişkilidir. Yangınları yalnızca artan sıcaklıklarla, iklim kriziyle açıklamak eksik kalır. Evet, sıcaklıklar artıyor; ama asıl yangını körükleyen, insan eliyle bozulan doğa dengesi. Çünkü Türkiye’de çıkan orman yangınlarının %90’ı insan kaynaklı. Bu oran, doğa ile insan arasındaki ilişkinin ne kadar tahripkâr hâle geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Ve bu yalnızca bireysel hatalardan ibaret değil. İktidar eliyle planlanmış izin mekanizmaları da bu tahribatın bir parçası. Ormanlara daha fazla maden ruhsatı, daha fazla yol, daha fazla trafo, daha fazla enerji nakil hattı izni demek. Yani yangın riskinin daha da büyümesi demek. Orman Genel Müdürlüğü verileri de bu gerçeği destekliyor: 2012–2024 yılları arasında çıkan yangınlarda yok olan ormanların %20’si enerji tesislerinden kaynaklandı. Yani ormanlar yalnızca alevlerle değil; ruhsatla, izinle, mevzuatla da yok ediliyor. 2024 yılı bu çarpıcı tabloyu daha da görünür kılıyor. Aynı yıl içerisinde yaklaşık 27 bin hektar orman yangınlarla kaybedildi. Ancak bu rakamdan bile büyük olan bir başka sayı var: Yalnızca 2024’te, 23.053 hektar orman alanı “resmî izinle” ormancılık dışı kullanıma açıldı. Üstelik bunun 10.244 hektarı doğrudan madencilik faaliyeti için tahsis edildi. Yani ormanlar hem yanıyor hem ruhsatla tükeniyor. Bu yangınlara bir de yönetmelik değişiklikleri eklendiğinde tablo daha da vahim hâle geliyor. Kıyı ormanları turizm yatırımlarına açılıyor, orman içi yollar çoğalıyor, ağır makineler taşınıyor, kamyonlar giriyor. Ekosistem bütünlüğü parçalanıyor. Toprağın nemi azalıyor, biyolojik çeşitlilik zayıflıyor. Sonra bir kıvılcım yetiyor — hem insan hatasıyla hem devlet eliyle ormanların geleceği yok oluyor. Bu nedenle, “Süper izin yasası” gibi teklifleri yalnızca bir yatırım kolaylığı gibi görmek büyük bir yanılgıdır. Bu tür ruhsat rejimleri, doğrudan ekolojik yıkımın ve orman yangınlarının zeminini hazırlamaktadır.

Anayasa’nın 169. maddesi çok açık: “Ormanlara zarar verecek hiçbir faaliyete müsaade edilemez.” Oysa bu teklif, tam da bu tür faaliyetlere izin vermek üzere kurgulanmış durumda. Koruma alanlarına ruhsat verilmesine, zeytinliklerin madene açılmasına, meraların plansız projelere tahsisine, orman bütünlüğünün bozulmasına, kurumların devre dışı bırakılmasına ve halkın karar süreçlerinden dışlanmasına zemin hazırlıyor. Bu yalnızca bir yasal düzenleme değildir. Bu bir Anayasa ihlalidir. Bu teklif sadece doğaya değil; hukuka da kast etmektedir. Ve bu nedenle, geri çekilmesi bir siyasi nezaket meselesi değil; Anayasal bir zorunluluktur.

Evrim Rızvanoğlu

Evrim Rızvanoğlu, 1980 yılında Van’da doğdu. Eğitimini California State Üniversitesi ve Florida International Üniversitesi’nde tamamladı. Amerika’daki çalışma hayatının ardından Türkiye’de yurtiçi ve yurtdışında faaliyet gösteren aile şirketinde 3. kuşak olarak aktif yöneticilik yapmaktadır.

Doğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projelerine ek olarak, kadın istihdamını arttırmak amacı ile kurulan sosyal ticari projelerde girişimci oldu ve kadınların çalışma hayatındaki girişimlerini destekledi.

9 Mart 2020 tarihinde DEVA Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. 2021 yılında DEVA Partisi Doğa Hakları ve Çevre Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan genel seçimlerde DEVA Partisi’nden 28. Dönem İstanbul Milletvekili seçildi.

Evrim Rızvanoğlu, DEVA Partisi’nden istifa etti.

Doğaya ve Anayasa’ya aykırı düzenleme
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

EGEPRESS ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin